29 Ekim 2014 Çarşamba

Ezel Akay ve Ersin Kalkan'la birlikte....Burası Agora Meyhanesi, burda yaşanmış aşkların en şahanesi...

Sanırım şimdi çok büyük çok iddialı bir cümle kuracağım.
Ezel Akay galiba bugüne kadar tanıştığım,  hayatıma girip kalmış, ya da şöyle bir geçerken ayak üstü  uğramış, bi şekilde yüzü yüzüme sözü sözüme karışmış insanların arasında en etkilendiğim insan oldu.
Bu kez yaptığım bir röportaj değildi sanki, başka türlü bir şeydi. Elimde şahane bir anlatımı olan bir felsefe kitabı vardı sanki, sayfalarının arasında kaybolup gitmek istedim...
Yalnız tuhaf olan şu ki, neredeyse hiç düşünmeden konuşuyor izlenimi veriyor.
Tak tak tak.
Hiç duraksamadan, takılmadan. Öyle garip bir ritmi var konuşmasının. Altınız ıslak zemin sanki. Kayıyorsunuz...ama en espirili cümlesini bile müthiş bir bilinçle kuruyor. Ne dediğinin ne söylediğinin hep farkında. Ağzından neredeyse "öylesine" bir tek kelime dahi dökülmüyor.
En küçük bir zorlanma hissi vermiyor. İnanılmaz cool ama zerre kadar üstten bir tavrı yok. İnsanın gözlerinin içine baka baka konuşuyor bir de. O iri gözleri bazen bakmakla kalmıyor. Direk ateş ediyor. Öyle bir yerinden, öyle bir  vuruyor ki hedefi,  sarsılıyorsun!...
Babamın bi konuda bizi ailece  ikna etmek için yaptığı bir espiri vardır. Der ki "beni seven arkamdan gelsin!..." Bunu değiştiriyorum ve diyorum ki Ezel Akay bi gün "herhangi"bir konuda dese ki "Bana inanan arkamdan gelsin!..."
Düşünmeden giderim...

Sevdiğim herkese de haber veririm.
"Hadi!" derim. "Gelmiyor musunuz? Ezel Akay çağırıyor!.."

Ersin Kalkan bir o kadar şahane bir insan. Cebi hikayelerle dolu... inanılmaz bir entellektüel birikimi var. Size de olur mu bilmem. Hani bazen biri konuşurken durmadan not almak istersiniz ya...röportaj yapmıyorsunuzdur o sırada aslında. Bir "muhabbettir" o. Muhabbet kelimesinin hakkını dibine kadar veren bir muhabbet ama. Boş atıp dolu tutmaya çalışılan uzun gereksiz lakırdılardan bahsetmiyorum. Hoş yerine göre onu da severim ben. Geyik dediğimiz o sohbetin yeri de ayrıdır. Kafa boşaltmaya bire birdir mesela. Ama onun için mümkünse  başka partnerler bulacaksınız kendinize. Ersin Kalkan onlardan biri değil. Ya da o gün hiç değildi. O kadar şahane hikayeler anlattı ki ben o gün o sohbetten kalktığımda kendimi daha "dolu"  bir insan gibi hissediyordum.  Biz buna hayatın içinde "doyum sağlamak" deriz hani.

Bir film izleriz, bir yemek yeriz, bir seyahate çıkarız, ya da ne bileyim bir işin ucundan tutarız işte. Bazen yaptığımız o "iş" bizi doyurur. Bazen o masadan "aç" kalkarız.

O akşam Agora meyhanesinde aklımı, kalbimi, ruhumu bu kadar güzel doyurdukları, beni bu kadar güzel ağırladıkları için ikisine de çook teşekkür ediyor ve sizi o sohbetle baş başa bırakıyorum.

Hikaye bu ya; bir gün bir sinemacı ve bir gazeteci meyhanede buluşmuş...

Karşımda bir  sinemacı duruyor ama bambaşka bir kimlikle. Birini olmadık bi yerde görünce hangi rüzgar attı deriz ya hani? Tam da böyle sormak istiyorum. Sizi buraya hangi rüzgar attı?

-Ben aslında baya yıllar önce bi  takım rüzgarı almışım, hala aynı rüzgarlara gidiyorum.  Çocukluğumdan beri yemek yapardım. Amerika' da yaşadığım bir buçuk iki sene boyunca,  hem okudum hem de çalışarak, aşçılık yaparak hayatımı kazandım. Buraya döndükten sonra da bir yıl boyunca bir arkadaşımın restoranında Cuma akşamları özel bi menü hazırlayıp sundum. Benim için yemek yapmakla hikaye anlatıcılığı neredeyse  eş değer bir şey. Kısaca hep yaptığım ve çok haz aldığım fakat bir türlü fırsat bulamadığım bir şeydi. Bir de senaryo yazdığım bir zamana denk geldi. Yaklaşık yedi sekiz aylık bir boş vaktim vardı. Bi şekilde dört arkadaş bir araya geldik. Hepimiz  bir kaynak yaratmaya çalıtştık. Şimdilik becerdik gibi de duruyor...

 Peki ilk fikir bir mekanımız olsun, dostarımızı misafirlerimizi ağırlayalım gibi bi şey miydi yoksa bu fikri doğuran Agora Meyhanesi’nin kendisi miydi? Neden Agora meyhanesi?  

- Ben aslında yeni bir yemek kültürünü, biraz "çatal sofrası" dediğimiz şeyi denemeyi çok istiyordum. Bir meyhane de bunun için çok uygundu. Meyhanenin çok özel bir yeri var bu kültürde. Bin yıllık bir kültür bu.Uzun bir masada oturup,  varoluş problemlerinden tutun da şehrin sorunlarına kadar her şeyin konuşulduğu, sohbetin çok önem kazandığı ve özel bir adapla yapıldığı, içki içmenin de bu adabı bozmadığı çok özel bir yemek yeme şekli bu. Her hangi bir yemek yeme şekli değil! Çünkü rakı 45 derece. Onu öyle içerseniz konuşamazsınız. Bu yüzden su katılır rakının içine. MÖ 1500 yılında sempozyum adı verilen şölenlerde de uygulanan bir yöntemmiş bu. Orda da ortaya bir  içki kabı konuyor;  ama o içki şarap tabi ve o da sulandırlmış, orda da bütün ahali  yavaş yavaş o içkiyi içer ve şehrin sorunlarını konuşurmuş.

Eğer biri dertliyse onun derdini çözmeye çalışmayacaksınız;  konuyu değiştirceksiniz. İçki senin şahsi derdini çözmez;  ama seni o dertten uzaklaştırması mümkün.  Bunun gibi yüzlerce adap ve geleneği olan bir kültür bu. Yer yüzünde bunun gibi çok az içki içme şekli var.  Japonlarda var mesela onların çay kültüründe.  Kızılderililerde var...

Bağzı mekanları, dinlediğimiz bağzı müzikleri ya da izlediğimiz filmleri bile, kimisini bangır bangır bağırmak paylaşmak isteriz. Kimisini sadece kendimize saklamak isteriz ya; burası sizin için aslında hangisi? Hani şu kapıdan giren genelde yakınlarınız bildik simalar mı olsun istiyorsunuz. Yoksa aşk acısı çeken, kederlenip unutmak ya da tam tersi eğlenip dağıtmak isteyen herkese açık mı kapınız? 

Kesinlikle ben yalnızca dostlarım gelsin istemem.Hatta mümkünse uluslararası casusların gelmesini isterim. Casusların, diplomatların,  sosyal aktivistlerin de uğradığı bi yer olsun; böylece birinci elden dünyada ne olup bittiğini de öğreneyim isterim.  Normal insanların da bu şekilde bu "anormal" insanlarla bir araya geldiği bir yer olsun..Tam tersine bu sayede dostlarımın sayısı artar. Meyhaneler sosyalleşme mekanlarıdır. Bazen yeni tanıştığınız bazen hiç tanışık olmadığınız insanlarla da gidebildiğiniz ve artık ordan çok iyi tanış olarak ayrıldığınız yerlerdir. Ben buna teşne olmak isterim. Nitekim burda, daha bu kadarcık kısa bir zamanda üç evlenme teklifi bir de burada tanışıp evlenme vakası yaşadık. Ümit Çırak sevgilisiyle burda tanışıp evlendi. Daha çok insan daha çok arkadaşlık kursun bu da buranın sayesinde olsun...ben bunu çok isterim...Biz hikayeciyiz,  işimiz bu. Hikaye biriktirmek ve yaymak için varız. Meyhaneler de bunun için çok doğru adreslerdir. Yani bu açık davet gibi de; bunu da buradan duyuralım böylelikle, bunun altını da özellikle çizelim lütfen. Ben uluslararası casusların buluşma yeri olsun isterim...

Film çekmekle yemek yapmak arasındaki  duygusal  ve düşünsel   bağdan söz etsek biraz...var mı böyle bir şey gerçekten?

Kesinlikle evet. Bire bir aynı şey. Bir  arkadaşım var. Aliye Turagay. Çok iyi bir yapımcıydı; aslında hala öyle bence. Şu anda o da bir restoran işletmeciliği yapıyor. Bir mekanı var.  Felix adı. Onla  konuştuk geçen gün bu konuyu hatta. Birbirine olağanüstü benzeyen şeyler. Bir kere ikisinde de bir şey üretiyorsunuz, alıcınız var ve hemen tüketiliyor. Aşçıyı da yönetmen gibi düşün. Aşçının yaptığı yemeği de garson sunuyor...garson da oyuncu. Biz o garsonun yüzü suyu hürmetine keyifle yiyoruz o yemeği zaten. . Tabi bunlar pratik benzerlikler. Felsefi olarak da benziyor. Aşçı da yönetmen gibi bir hikaye hazırlıyor ve çok çeşitli unsurları bir araya getirerek bir kimya kuruyor. O kimyayı kurduğunuz anda o hikaye doğmuş oluyor zaten. Herkes peynirle zeytini bir araya getirebilir ama bunu özel bir şekilde biraraya getirdiğin zaman o bir taratora dönüşüyor.İkisinde de öncelikli amaç haz vermek. Haz veremeyen yönetmen de haz veremeyen aşçı da aynı türden bir depresyona girer mesela. İkisi de aynı cümleyi kurar. Filmi beğenilmeyen yönetmen de yemeği beğenilmeyen aşçı da "ağızlarının tadını bilmiyor bunlar" der. "Anlamıyorlar beni... " der.

-Sinema sanat gazetecilik de buna dahil, genellikle egosu  yüksek insanların yaptığı bir iştir. Hal böyleyken ortaklık ruhunuzu nasıl etkiliyor bu durum? Çok ciddi fikir ayrılıklarına düştüğünüzde nasıl tölere ediyorsunuz ?  Aslında soru tam olarak şu siz iyi bi ortak mısınız?

-Biz daha çok yeniyiz işin aslı. Ortaklığımızın problemlerini yaşayacak bir vaktimiz olmadı. Daha çok buranın ortak dertleriyle uğraşıyoruz. İşte ruhsatı çok geç alabildik, öyle olunca müşteri gelemedi buraya, dolayısıyla tanıtımı yapılamadı...gibi. Vedat Bey var buranın yöneticisi. Aramızdaki tek  restoran işletme tecrübesi olan da odur mesela. O da biz de hizmet üretiyoruz burda. Ben daha çok buranın atmosferiyle, tasarımıyla uğraştım. Kendiliğinden oluşan bir görev dağılımı oldu aramızda. İşin aslı para kazanırsak ve müşterilerimizi de memnun edebilirsek bir sorun çıkacağını sanmıyorum aramızda. Sorunlar genellikle başarısızlıktan doğar. Başarılı olursak gerisi ufak tefek pürüzler olarak kalır ve bi şekilde tölere edilir hepsi. 

Bunu da taze bir İstanbullu ve her gönül ilişkisinde olduğu gibi aşkı en tepede biri olarak soruyorum.  Şehirle İstanbul’la ve hatta Balat’la kurduğunuz ilişkinizden bahseder misiniz biraz?

-Biz aslında buraya geldikten bir süre sonra anladık ki; eğer İstanbullular buraya, Balat'a  gelmezlerse, bizim burda olmamızın hiç bir manası yok. Kimse sadece biz buradayız bu restoran burda  diye gelmez buraya. Balat gelinebilir bir yer,  gelinmesi gereken bir yer olduğu zaman bizim de bir manamız var aslında. Biz de burdaki esnafla varız. Hepsiyle bir ilişkimiz var. Balat geçtiğimiz beş altı yıl içinde büyük bir değişim yaşadı aslında. Bir buçuk yıl önce de ben tamamen buraya yerleştim. Bana soracak olursanız gerçek  İstanbul burasıymış meğer. Ben daha önce hiç sur içinde yaşamamıştım. İnanılmaz kozmopolit bir semt. Tabi ki altı yedi eylülde büyük bir oranda boşaltılmış burası. Ama hala ermeni kilisesi, sinagog, bulgar kilisesi, patrikhane ve bir yığın islami eser var burada. Tüm bunların yanında bir o kadar da fukara bir semt. . Elektirikçisinden tutun da çocuk bakımına kadar, ne ihtiyacınız varsa her şeyin bir dükkanı var. Kimse detarjanı kutuyla almaz burda, kiloyla alır. Doğru olan da budur aslında. Bir semt böyle olmalıdır zaten.

Peki İstanbul karınız mı metresiniz mi? 

Yani şimdi siz edepli edepli karınız mı metresiniz mi diye soruyosunuz ben tokmakçımız diye düşünüyorum. 

(Kahkahalar...)

-Vaayyy!

Evet yani bu kadar net; eğer cinsel bir ilişki metaforuyla bakacaksak buna,   alttayız biz! Büyük kültüreri,  büyük imparatorlukları yenmek mümkün değildir;  fethedersiniz ve onlar gibi olursunuz bi süre sonra. Diliniz bile onların diline benzer. 

Asimile olursunuz diyorsunuz direk!

Asimilasyon mudur değil midir  bilmiyorum. Asimile olmak istersiniz! Ben bunu asimile olmak olarak görmüyorum.  Bir araba sahibi olacaksanız o zaman trafik ışıklarına dikkat edeceksiniz. Bütün kurallarınız değişecek.  Bu şehrin her şeyi benden daha büyük, benden daha bilgili, benden daha derin, daha güçlü! Ben ona hakim olmaya; kendi arzularımı isteklerimi onda uyandırmaya çalışıyorum ama; ne yaparsam yapayım hep "o şehir" diye bir  şey var benim için. Ondan bağımsız değilim. Hiç birimiz değiliz. Bu yüzden hep alttayız!

Ben mekanların ve şehirlerin;  insanlarla en büyük ortak özelliklerinden birinin şu olduğunu düşünüyorum. Bazıları “ihtiyaç haline gelir” olmazsa olmaz. Bazılarına yolumuz düşerse ya da o an yapacak hiç daha iyi bi seçeneğimiz  yoksa  gideriz. Sizdeki “olmazsa olmazım” duygusunun tam karşılığı olan bir şehir bir insan ve bir mekan istesem?

Şehir İstanbul olsun, Ben de birçok insan gibi hem nefret ediyorum hem de aşığım bu şehre. Bu şehir benim dilimle her şeyimle ilgili çok büyük bir geçmişe sahip. Kendimi en rahat hisettiğim, üç aşağı beş yukarı başıma ne gelebileceğini kestirebildiğm bir şehir. Mutlaka zaman zaman istemişimdir başka şehirlerde yaşamak ama;  dönemsel bir hevestir ve geçmiştir hep. O yüzden içten cevap İstanbul olur.  Mekan mesela orman benim için. Bir ev ya da başka bi yer değil kesinlikle. Çok giderim kuzey ormanlarına, Belgrad ormanlarına.  Ben sahilde yaşayamam. Zaman zaman isterim de...ömrümü geçiremem orda. Dağ adamıyım diyim aslında kısaca.  İnsan da en nihayetinde candan bi arkadaş benim için. İster sevgili olsun bu,  ister arkadaşım; candan bir arkadaş benim hep aradığım bir şeydir. 

Bir de şuna çok inanıyorum ben. Bir şey üreten herkesin,  bir hedef kitlesi, gönlünü çelmek ya da belki komik bi tabir olacak ama;  aklını almak istediği biri ya da birileri vardır mutlaka.   Siz peki gönülden bir çaba ve emekle ortaya bir şey koyduğunuzda en çok kimin aklını almak istiyorsunuz?

-Buna herkes  benim gibi cevap verebilir mi bilmiyorum. Benim mesleğim bu,  kitlesel olmak. Ben toplumları değiştirmek istiyorum ve herkes bunu istemeli zaten.  Ya kitleleri değiştirmek ya da sadece para kazanmak istersiniz; ben bunların ikisini de  istiyorum. Her zaman olmaz tabi bu, ama bazen olur. Bazen öyle bir hikaye kurar anlatırsınız ve o, o toplumda öyle bir şeylerle denk gelir ve örtüşür ki, işte orası değişimin başladığı yerdir. O ince noktayı yakaladığınız anda toplum o hikayeye sarılır.Devrimler toplumların değiştiği anlar değildir. Devrim bir sonuçtur. Bizde bir de bu yok mesela; neyin nerde değişmeye başladığını kestiremiyoruz, yorumlayamıyoruz.

Ne kadar güzel anlattınız. O sonuç bardağı taşıran son damla aslında ama; bardağın ne zaman neyle dolduğuyla kimse çok ilgilenmiyor...

Oysa santim santim milim milim gömek lazım o süreci. Hangi bardakta hangi damla fazlayı yorumlayabilmek lazım.  Hikaye anlatıcısı prensip olarak polikita yapar. Yapmak zorundadır. O zaman da hangi bardakta ne zaman fırtına kopacak bunu öngörebilmek gerek. Ha bazen de kopmaz, koparamazsınız bu başka bi şey; ama peşini bırakmayacaksınız. Ben işte bunun peşindeyim. Kitlelerin aklını almak isterim. En azından akıl vermekten iyidir!...

Bu soruyu  tamamen fiziksel olarak soruyorum. İstanbul’un çehresini hayatınızdaki bir insanın yüzüne benzetmenizi istesem... kaşı,  göz süzüşü, dudak büküşü en çok kimi andırıyor?

-İstanbul denilince benim gözümde bir insan canlanmıyor gerçekten.

Hep bir kadın figürü olarak bahsedilir ya...

-Onu diyenler seksist.

Ben de hep erkek gibi düşünüyorum mesela...

Daha akıllıca. Tam da bunu söyleyecektim. Bi kadına sormak lazım bunu, kadınlar acaba bu şehre bakıp da "Aaa ne kadar kadınsı bi şehir" diyorlar mıdır ? diye. Bütünüyle erkek bi şehir. Hatta daha doğrusu İstanbul kimin elinde olduğuna göre şekil değiştiren, cinsiyeti karışmış bilimkurgusal bir varlık gibi hakikaten. Bir bakıyorsunuz çok erkeksi, bir bakıyorsunuz kadınsılaşıyor...Tam bir ermafrodit bu! Bence ikisini de denemiş yani.

Aynı benzetmeyi Agora meyhanesi için sorsam?

Burası bir aşık. Böyle  birbirine sarılmış iki insan buranın simgesi.

Peki biraz şansımı zorlasam ve desem ki o ikisinin arısında en baskın olan duygu aşağıdakilerden hangisi? 
a) Aşk? 
b) tutku?
b) Erotizm?
c) Pornografi?

Hem hepsi, hem hiç biri. Aşk... o bile değil! Aşk bile bir sonuç.  Esas olarak heyecan ve arzu içinde sohbet eden insan suratları tahayyül edin. Bu da  bizim en   insan eylemlerimizden biri ve çok önemli. Ateşli bir şekilde birbine bir şeyler anlatan, birbirini dinleyen iki insan düşünün. Bakışmıyorlar ama; sürekli konuşuyorlar...Cinselliğe ait olan olmayan, insana ait her duygu da buradan çıkar aslında. Özü budur.

Bir kadını etkilemek için en son ne zaman yemek yaptınız?

-Sürekli...her zaman yaparım. 

-Peki bi yemeğin sunuşu sizce en çok hangisine benzemeli? Roman mı kısa hikaye mi yoksa şiir mi olsun? 

Her şey birbirini açıklamak için kullanılamıyor malesef. Benim için mesela düzenlenmemiş olması derim.Ağaçtaki bir demet maydanoz gibi...Hiç bir düzen yok orda;  ama acayip bir karar var. Ezersen başka kokar, doğrarsan başka kokar. Yemeğin görüntüsünün insanı korkutmaması lazım. Ye demeli o sana; bak dememeli. Ben hoşlanmıyorum o özenilmiş tasarlanmış şeylerden. Tadıma bak demeli, beni çatal ucuyla al, bana batır, bana kaşıkla dal demesi lazım. Dolayısıyla klasik bir güzelliği olamaz onun. Hayvani bir güzelliği var. Biz ona türümüzün devamı için bakıyoruz. Arkaik olmalı o. Bizim diğer eylemlerimize benzeyemez. En derin en hayvani arzularımıza benzemesi lazım. Bu da tasarlanamaz. 
Freud'un bir resmi vardır üstünde şöyle yazar. What's on a man's mind. İnsanın aklından neleeer geçeer!!! 


-Ben burda dağılımdım aslında. Röportaj mı yapıyorum bir felsefe kitabı mı okuyorum belli değil! O yüzden hemen direksyonu  kırıyorum ve beyaz perdede yeni bir Ezel Akay filmini görebileceğimiz en yakın tarihi sormak istiyorum. Ya da şöyle sorayım. Kafanızda şu ara başka hangi tilkiler dönüyor? 

Önümüzdeki bir yıl içinde bir film çekmiş olacağım. Ya da en kötü ihtimalle çekimine başlamış olacağım. Biraz da bu çatal sofrasının verdiği ilhamla bir şey farkettim ki;  her türden film yapılmış Türk sinemasında ama;  bir tane yemek üzerine film yok. Sinemacılar orda izleyicisine anlatacak bir hikaye bulamamışlar. Dünyada çok önemsenen bir şeydir bu. Felsefi olarak da öyle. Düşünün ki yemek filmleri festivali bile var ama; yüz yıllık Türk Sinama tarihinde bir tane yemek filmi yok.  Bu ve bir kaç başka proje daha var aslında. 1915 üzerine bir kervan yolculuğunu anlatan başka bir hikaye var. Onlar üzerine çalışıyorum şu ara. 

Ben dün bütün gece felaket bir diş ağrısıyla kıvrandım. Gecenin ikisinde açık hastane aramaya çıktım. O derece!Bu sabah da arkadaşım bana dedi ki "ertele bu röportajı doktora gidelim" Benim cevabım da şu oldu. Delirdin heralde? Ölmediğim sürece ben bugün bu röportajı yapacağım. Şimdi soru şu, sizi bu kadar tutkuyla  sürükleyen, ölmediğim sürece hem peşindeyim dedirten o şey nedir?

-Sinama! Hiç düşünmeksizin sinema. Daha doğrusu hikaye anlatıcılığı. Bunu bazen sinemayla yapıyorum bazen başka bi yolla. Gerisi dediğiniz gibi, belki elden ayaktan düşersem dururum ancak.  Ben yerimi buldum diye düşünüyorum. Buldum dediğim yer de Lamekan aslında. Hikaye anlatıcısı öyledir. Ordan oraya sürer kendini.   

Son soru, mutlu musunuz? 

 -Ben biraz olgunlaştıktan sonra,  yani şu geçtiğimiz altı yedi yıldan beri mutlulukla değil de mutsuzlukla ilgilenmeye karar verdim. Mutluluğu kontrol edemezsiniz, nerden geleceğini ne  zaman uçup gideceğini bilemezsiniz.  Peşinden koşarak yakalayamazsınız onu. Ama mutsuzluğunuzun kaynağı çoğunlukla bellidir ve ona konsantre olursanız o durumu çözmeniz çok daha kolaylaşır. 


ERSİN KALKAN


Karşımda bir gazeteci  duruyor ama bambaşka bir kimlikle. Birini olmadık bi yerde görünce hangi rüzgar attı deriz ya hani? Tam da öyle sormak istiyorum. Sizi buraya hangi rüzgar attı?

-Beni buraya çok eski bir rüzgar attı.  Bizim komşumuz Hristo bey buranın sahibiydi. Onun eşi madam Evgenia da annemin en yakın arkadaşıydı. Çoçukları yoktu, bu yüzden anneme hep takılırlardı "bu çocuğu bize ver, bize sat" diye.  Sonra bağzı nedenlerle annem Almanya'ya gitmek zorunda kaldı.Bir de üvey babamız vardı. Kemalettin Tuğcu romanlarındaki gibi bir adamdı. Sahip olduğumuz her şeyi kumarda kaybetti. Bize madam Evgenia baktı. Hayat baya zordu senin anlayacağın. Sonra o yaşlarda bir terzinin yanında çalışmaya başladım çırak olarak. Bir gün Hristo bey dedi ki bana "kaç para haftalık alıyorsun ordan" dedim ki beş lira. "Gel sana haftalık yirmi lira vereyim benim çırağım ol."  Yıllar geçti üzerinden tabi. Ben üniversiteyi okumaya gittim vs derken tam  18 sene sonra buraya geri döndüm. Bu kez Hristo bey şöyle bir şey söyledi bana. "Ben burayı satacağım, satacağım adamı da buldum. Sana satmak istiyorum. Ben parasız kabul etmeyeceğimi söyleyince de sembolik bir fiyat söyledi. Sonra ben vazgeçtim tabi. Ben vazgeçince bu sefer " Anlaşıldı senin paran yok, ben burayı sana bırakıyorum, adımızı senden başka yaşatacak kimse yok" dedi. 

Mülkün sahibi de sizsiniz yani?

Benim ama bunun hiç önemi yok; ben aslında buranın ömürlük gönüllü işçisiyim. Senin anlayacağın beni buraya bir "geçmiş" attı. 

(Bu sorunun cevabını sizden dolaylı yolla almış oldum aslında ama)  ilk fikir bir mekanımız olsun, doslarımızı misafirlerimizi ağırlayalım gibi bi şey miydi yoksa bu fikri doğuran Agora Meyhanesi’nin kendisi miydi? Neden Agora meyhanesi?

Burası benim en eski yeme içme mekanım.  İstanbul'un 19. yüz yıldan kalma yirmi büyük markasından bir tanesi. Aynı zamanda kültür mirasımızın çok önemli bir parçası. Buranın yaşaması gerekiyor.  Ben buranın sadece mirasçısıyım ama; buranın yüz yıl üç yüz yıl...hep  yaşaması gerekiyor...

O da duygusal miras aslında değil mi?

Evet. Dediğim gibi bu marka  iki yüz yıllık bir marka. Biz aslında 2006'da burayı açacaktık fakat devlet yenileme alanı ilan etti, işlerimiz durdu. Mücadelemiz 2013'e kadar devam etti. Ezel muazzam bir aşçı. O da bir mekan açmayı düşünüyordu. Dedim ki "arama gel beraber yapalım" O  bir kültür adamı. O'nu burda görmek hepimize çok büyük katkı sağladı. Ha ama özünde Agora'nın ne ona ne bize ihtiyacı var...Bu da başka bi tarafı işin. 

Bağzı mekanları, dinlediğimiz bağzı müzikleri ya da izlediğimiz filmleri bile, kimisini bangır bangır bağırmak paylaşmak isteriz. Kimisini sadece kendimize saklamak isteriz ya hani; burası sizin için aslında hangisi? Hani şu kapıdan giren genelde yakınlarınız bildik simalar mı olsun istiyorsunuz. Yoksa aşk acısı çeken, kederlenip unutmak ya da tam tersi eğlenip dağıtmak isteyen herkese açık mı kapınız?

-Hepsi birden. Dünyanın çeşitli ülkelerinden insanlar geliyor görüyüsonuz. Eskiden de burası böyle bir yerdi. 1928'den beri. Özellikle Fransızlar çok gelirdi. Murat Belge'nin İstanbul gece rehberinde geçer. Ansiklopedilerde, hayat mecmualarında geçer. Müthiş bir anı ve yaşanmışlığı var.... 

Mutfağa giriyor musunuz? ve bir de şunu merak ediyorum aslında; sizin için yazı yapmakla yemek yapmak arasında duygusal ya da düşünsel bir bağ var mı? 

-Ben girmiyorum. Ezel giriyor. Yeni şeyler denemeyi de çok seviyor o.  Ben İstanbul mutfağının buna hiç ihtiyacı yok diye düşünüyorum ama o seviyor...2700 yıllık bir mutfak bu.  Romaya başkent olmuş bir yer  burası. Sonra Bizans gelmiş, sonra Osmanlı gelmiş,  o imparatorluk mutfağında ne kazanlar kaynamış bir düşünün... Mezapotomya' nın Çin'in yolu buradan geçiyor....Bizim İstanbul mutfağı dediğimiz şey, yer yüzünün rafine olmuş mutfağı. Bazen Ezel'le aramızda bu konuda tatlı atışmalar oluyor. Yeri gelmişken altını tekrar çizmek isterim. Ezel'in varlığı çok kıymetli bizim için, burası için. Ha ama bir tadıcı olarak neredeyse dünyanın tüm büyük mutfaklarını bilirim...

Gurme diyebilir miyiz yani size?

Ben gazetelerde çok uzun zaman mekan yazıları yazdım. İşim gereği de çok yaptım.Gurme diyemeyiz belki ama yediğinin ne olduğunu bilen bir adam diyebiliriz.

Sinema sanat gazetecilik de buna dahil, genellikle egosu  yüksek insanların yaptığı bir iştir. Hal böyleyken ortaklık ruhunuzu nasıl etkiliyor bu durum? Çok ciddi fikir ayrılıklarına düştüğünüzde nasıl tölere ediyorsunuz ?  Aslında soru tam olarak şu siz iyi bi ortak mısınız?

Biz iyi ortağız. Evet;  çünkü birbirimizin eksiklerini tamamlıyoruz. Bu çok önemlidir. Demokratik bir düşünceye sahip olduğumuz için iletişimimiz rahat oluyor. Egomuzu bi yere bırakıyoruz.  Sosyalist bir gelenekten geldiğimiz için,  sosyalist kapitalist mi desek ya da?  (kahkahalar ) 
Sol burjuvalar, sol küçük burjuvalar  diyelim hatta...
Liboş diye gidecek şimdi bu korktum! o yüzden hemen diğer soruya geçiyorum. 

Bunu da taze bir İstanbullu ve belki de bu yüzden aşkı en tepede biri olarak soruyorum.  Şehirle İstanbul’la ve hatta Balat’la kurduğunuz ilişkinizden bahseder misiniz biraz?

İstanbul'da doğmuş büyümüş bir insan olarak buradan başka bir şehirde yaşamayı hiç düşünmedi. Zaman zaman zorunlu olarak bu şehri terk etmek zorunda kaldım ama; üniversiteyi okumak için önce Ankara sonra izmire gittim vs. Sonra dünyanın neredeyse bütün şehirlerine gittim. Bunu şunun için söylüyorum. Çok şehir gördüm ama; ben burada yaşayabilirim dediğim bir şehir olmadı hiç. Benim bir şehirde yaşayabilmem için o şehirde...

İstanbul mu olması gerekiyor?

Evet o şehirde İstanbul olması gerekiyor.  Napalyon diyor ya  "dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti muhakkak ki İstanbul olurdu" diye. Ben bunun çok abartılı bir şey olduğunu düşünüyordum. Ta ki dünyanın neredeyse bütün şehirlerini dolaşana kadar. Petersburg benim için mesela olağanüstü büyülü bir şehirdir.  Dostoyevski'nin Puşkin' in yaşadığı tüm sokakları evleri dolaştım O hayranlığımı ifade eden öyle yazılar yazdım öyle çok anlattım ki gazetedeki köşemde. Petersburg'un  300. kuruluş yıldönümü için beni de davet ettiler düşünün. Ha şimdi sor bana o şehirde yaşar mısın diye. Yaşayamam.  Güneş yok, ışık yok. İstanbul çok kıymetli benim için. Ben bu şehrin hem altının hem üstünün yaklaşık yarım asırlık takipçisiyim. Balat da bana göre bu kentin en önemli merkezi. Tarihi yarım adanın hikayesi burada yatıyor...Buradan başka bir yerde yaşamayı kesinlikle tasavvur edemiyorum.

Peki İstanbul karınız mı metresiniz mi? 

-Sevgilim. Eşlerim benim sevgilim olmayı aştıkları zaman,  başka bir şey oldukları zaman onlardan hep ayrıldım. İstanbul da bi gün sevgilim olmayı bırakıp karım olmaya kalkarsa ondan da ancak böyle bi nedenle ayrılırım.

Ben mekanların ve şehirlerin;  insanlarla en büyük ortak özelliklerinden birinin şu olduğunu düşünüyorum. Bazıları “ihtiyaç haline gelir” olmazsa olmaz. Bazılarına yolumuz düşerse ya da o an yapacak hiç daha iyi bi seçeneğimiz  yoksa  gideriz. Sizdeki “olmazsa olmazım” duygusunun tam karşılığı olan bir şehir bir insan ve bir mekan istesem?

-Buna hiç düşünmeksizin cevap verebilirim. Şehir İstanbul. Mekan Agora meyhanesi. İnsan da çocuklarım. 

Ben bi şey üretirken aslında herkesin bir hedef kitlesi, gönlünü çelmek ya da belki komik bi tabir olacak ama aklını almak istediği biri ya da birileri vardır mutlaka diye düşünüyorum. Bunun cevabı direk kendi iç doyumunuzu sağlamak bile olabilir ya da yaptığımız ürettiğimiz şeye göre de değişebilir elbette ama;  ama ben sizin cevabınızı duymak duymak istiyorum.  Gönülden bir çaba ve emekle ortaya bi şey koyduğunuzda en çok kimin aklını almak istiyorsunuz?

Öyle biri yok galiba ya... Ya da şu anda yok. Çünkü İstanbul karışık,  hayat karışık ve aşk şu an benim için bilinmezler diyarı.
Aslında ben bunu aşk anlamında sormadım.

Yok aşk olsun aşk olsun...Birinin aklını alacaksam onun adı aşk olsun. Öyle biri de yok şu an benim için.

Bu soruyu  tamamen fiziksel olarak soruyorum. İstanbul’un çehresini hayatınızdaki bir insanın yüzüne benzetmek isteseniz…(zor olabilir ama lütfen)  kaşı,  göz süzüşü, dudak büküşü en çok kimi andırıyor?

Biraz Türkan Şoray biraz da Marliyn Monroe.

Muhafazar ve cüretkar ikisi bir arada diyorsunuz...

Kesinlikle!

Agora meyhanesi?

Aysel Gürel, Aydın Boysan ve Zeki Müren karması.

Peki bi yemeğin sunuşu sizce en çok hangisine benzemeli? Roman mı kısa hikaye mi yoksa şiir mi olsun? 

Roman kadar uzun olmamalı,  şiir kadar derin de olmamalı. Kısa bir hikaye olmalı. Muazzam kısa hikayeler vardır bilirsiniz....

Bilmez miyim!:) Peki aklınızda şu ara dönen başka tilkiler var mı desem? 

Tabiat bana yalan söylememe lüksü bahşetti. Yaklaşık dokuz yaşından beri "alan değil veren el felsefesini"  farkında olmadan içselleştirmiş bir insanım. Demin size Hürriyet gazetesinden ayrılış hikayemi anlattım ya mesela. Yalan söylemek bana zul gelir,  ağır gelir. Ben insanlara bakarım, geçmişinden bu gününe taşıdığı kimler var diye. Yani şöyle soruyorsanız eğer "yeni projoler var mı"  ben bir an önce buranın tam anlamıyla hak ettiği yere oturmasını ve kendim de bir kenara çekilip kitaplarımı yazmayı,  şeytanca düşünüyorum. ( Gene kahkahalar...) 

Biz hiç bir iz bırakmadan kaybolup gideceğiz hissini çocukluğumdan beri yaşıyorum ben. Yaşlandım da mı böyle düşünüyorum. Hayır! Ne münasebet! iz bırakmalıyız iz. Aklımızdaki bütün tilkiler buna hizmet etmeli. 

O zaman hadi bana o meşhur Kabe'ye giden karınca hikayesindeki gibi "gidemesem de yolunda ölürüm" diyecek kadar tutkuyla bağlı olduğunuz o şeyi söyleyin. 

-Gazetecilik. Gazetecilik çünkü ; ölüm pahasına peşinden gittiğim tek şey haber. Düşünsem belki bir şey daha koyarım bunun yanına ama; en baskın en doğru cevap gazetecilik olur.  

Son soru mutlu musunuz?

Çok demek, diyebilmek isterdim. Tabi ki hayır. Ha gündelik şeyler üzerinden bakacaksak buranın hayata geçmesi, Agora'nın yeniden can bulması beni inanılmaz mutlu etti, ediyor mesela. Ama dünyada  bütün bunlar olup biterken,  bunca yoksulluk ve güç savaşı varken,  bu çok siyasi bir cevap oldu belki ama;  hissettiğim bu.





dipnot: Röportajı aynı akşam ama ayrı ayrı yaptığımız için bölerek yayınladım. Hani merak eden olursa diye, gidereyim dedim. :)