29 Ekim 2014 Çarşamba

Ezel Akay ve Ersin Kalkan'la birlikte....Burası Agora Meyhanesi, burda yaşanmış aşkların en şahanesi...

Sanırım şimdi çok büyük çok iddialı bir cümle kuracağım.
Ezel Akay galiba bugüne kadar tanıştığım,  hayatıma girip kalmış, ya da şöyle bir geçerken ayak üstü  uğramış, bi şekilde yüzü yüzüme sözü sözüme karışmış insanların arasında en etkilendiğim insan oldu.
Bu kez yaptığım bir röportaj değildi sanki, başka türlü bir şeydi. Elimde şahane bir anlatımı olan bir felsefe kitabı vardı sanki, sayfalarının arasında kaybolup gitmek istedim...
Yalnız tuhaf olan şu ki, neredeyse hiç düşünmeden konuşuyor izlenimi veriyor.
Tak tak tak.
Hiç duraksamadan, takılmadan. Öyle garip bir ritmi var konuşmasının. Altınız ıslak zemin sanki. Kayıyorsunuz...ama en espirili cümlesini bile müthiş bir bilinçle kuruyor. Ne dediğinin ne söylediğinin hep farkında. Ağzından neredeyse "öylesine" bir tek kelime dahi dökülmüyor.
En küçük bir zorlanma hissi vermiyor. İnanılmaz cool ama zerre kadar üstten bir tavrı yok. İnsanın gözlerinin içine baka baka konuşuyor bir de. O iri gözleri bazen bakmakla kalmıyor. Direk ateş ediyor. Öyle bir yerinden, öyle bir  vuruyor ki hedefi,  sarsılıyorsun!...
Babamın bi konuda bizi ailece  ikna etmek için yaptığı bir espiri vardır. Der ki "beni seven arkamdan gelsin!..." Bunu değiştiriyorum ve diyorum ki Ezel Akay bi gün "herhangi"bir konuda dese ki "Bana inanan arkamdan gelsin!..."
Düşünmeden giderim...

Sevdiğim herkese de haber veririm.
"Hadi!" derim. "Gelmiyor musunuz? Ezel Akay çağırıyor!.."

Ersin Kalkan bir o kadar şahane bir insan. Cebi hikayelerle dolu... inanılmaz bir entellektüel birikimi var. Size de olur mu bilmem. Hani bazen biri konuşurken durmadan not almak istersiniz ya...röportaj yapmıyorsunuzdur o sırada aslında. Bir "muhabbettir" o. Muhabbet kelimesinin hakkını dibine kadar veren bir muhabbet ama. Boş atıp dolu tutmaya çalışılan uzun gereksiz lakırdılardan bahsetmiyorum. Hoş yerine göre onu da severim ben. Geyik dediğimiz o sohbetin yeri de ayrıdır. Kafa boşaltmaya bire birdir mesela. Ama onun için mümkünse  başka partnerler bulacaksınız kendinize. Ersin Kalkan onlardan biri değil. Ya da o gün hiç değildi. O kadar şahane hikayeler anlattı ki ben o gün o sohbetten kalktığımda kendimi daha "dolu"  bir insan gibi hissediyordum.  Biz buna hayatın içinde "doyum sağlamak" deriz hani.

Bir film izleriz, bir yemek yeriz, bir seyahate çıkarız, ya da ne bileyim bir işin ucundan tutarız işte. Bazen yaptığımız o "iş" bizi doyurur. Bazen o masadan "aç" kalkarız.

O akşam Agora meyhanesinde aklımı, kalbimi, ruhumu bu kadar güzel doyurdukları, beni bu kadar güzel ağırladıkları için ikisine de çook teşekkür ediyor ve sizi o sohbetle baş başa bırakıyorum.

Hikaye bu ya; bir gün bir sinemacı ve bir gazeteci meyhanede buluşmuş...

Karşımda bir  sinemacı duruyor ama bambaşka bir kimlikle. Birini olmadık bi yerde görünce hangi rüzgar attı deriz ya hani? Tam da böyle sormak istiyorum. Sizi buraya hangi rüzgar attı?

-Ben aslında baya yıllar önce bi  takım rüzgarı almışım, hala aynı rüzgarlara gidiyorum.  Çocukluğumdan beri yemek yapardım. Amerika' da yaşadığım bir buçuk iki sene boyunca,  hem okudum hem de çalışarak, aşçılık yaparak hayatımı kazandım. Buraya döndükten sonra da bir yıl boyunca bir arkadaşımın restoranında Cuma akşamları özel bi menü hazırlayıp sundum. Benim için yemek yapmakla hikaye anlatıcılığı neredeyse  eş değer bir şey. Kısaca hep yaptığım ve çok haz aldığım fakat bir türlü fırsat bulamadığım bir şeydi. Bir de senaryo yazdığım bir zamana denk geldi. Yaklaşık yedi sekiz aylık bir boş vaktim vardı. Bi şekilde dört arkadaş bir araya geldik. Hepimiz  bir kaynak yaratmaya çalıtştık. Şimdilik becerdik gibi de duruyor...

 Peki ilk fikir bir mekanımız olsun, dostarımızı misafirlerimizi ağırlayalım gibi bi şey miydi yoksa bu fikri doğuran Agora Meyhanesi’nin kendisi miydi? Neden Agora meyhanesi?  

- Ben aslında yeni bir yemek kültürünü, biraz "çatal sofrası" dediğimiz şeyi denemeyi çok istiyordum. Bir meyhane de bunun için çok uygundu. Meyhanenin çok özel bir yeri var bu kültürde. Bin yıllık bir kültür bu.Uzun bir masada oturup,  varoluş problemlerinden tutun da şehrin sorunlarına kadar her şeyin konuşulduğu, sohbetin çok önem kazandığı ve özel bir adapla yapıldığı, içki içmenin de bu adabı bozmadığı çok özel bir yemek yeme şekli bu. Her hangi bir yemek yeme şekli değil! Çünkü rakı 45 derece. Onu öyle içerseniz konuşamazsınız. Bu yüzden su katılır rakının içine. MÖ 1500 yılında sempozyum adı verilen şölenlerde de uygulanan bir yöntemmiş bu. Orda da ortaya bir  içki kabı konuyor;  ama o içki şarap tabi ve o da sulandırlmış, orda da bütün ahali  yavaş yavaş o içkiyi içer ve şehrin sorunlarını konuşurmuş.

Eğer biri dertliyse onun derdini çözmeye çalışmayacaksınız;  konuyu değiştirceksiniz. İçki senin şahsi derdini çözmez;  ama seni o dertten uzaklaştırması mümkün.  Bunun gibi yüzlerce adap ve geleneği olan bir kültür bu. Yer yüzünde bunun gibi çok az içki içme şekli var.  Japonlarda var mesela onların çay kültüründe.  Kızılderililerde var...

Bağzı mekanları, dinlediğimiz bağzı müzikleri ya da izlediğimiz filmleri bile, kimisini bangır bangır bağırmak paylaşmak isteriz. Kimisini sadece kendimize saklamak isteriz ya; burası sizin için aslında hangisi? Hani şu kapıdan giren genelde yakınlarınız bildik simalar mı olsun istiyorsunuz. Yoksa aşk acısı çeken, kederlenip unutmak ya da tam tersi eğlenip dağıtmak isteyen herkese açık mı kapınız? 

Kesinlikle ben yalnızca dostlarım gelsin istemem.Hatta mümkünse uluslararası casusların gelmesini isterim. Casusların, diplomatların,  sosyal aktivistlerin de uğradığı bi yer olsun; böylece birinci elden dünyada ne olup bittiğini de öğreneyim isterim.  Normal insanların da bu şekilde bu "anormal" insanlarla bir araya geldiği bir yer olsun..Tam tersine bu sayede dostlarımın sayısı artar. Meyhaneler sosyalleşme mekanlarıdır. Bazen yeni tanıştığınız bazen hiç tanışık olmadığınız insanlarla da gidebildiğiniz ve artık ordan çok iyi tanış olarak ayrıldığınız yerlerdir. Ben buna teşne olmak isterim. Nitekim burda, daha bu kadarcık kısa bir zamanda üç evlenme teklifi bir de burada tanışıp evlenme vakası yaşadık. Ümit Çırak sevgilisiyle burda tanışıp evlendi. Daha çok insan daha çok arkadaşlık kursun bu da buranın sayesinde olsun...ben bunu çok isterim...Biz hikayeciyiz,  işimiz bu. Hikaye biriktirmek ve yaymak için varız. Meyhaneler de bunun için çok doğru adreslerdir. Yani bu açık davet gibi de; bunu da buradan duyuralım böylelikle, bunun altını da özellikle çizelim lütfen. Ben uluslararası casusların buluşma yeri olsun isterim...

Film çekmekle yemek yapmak arasındaki  duygusal  ve düşünsel   bağdan söz etsek biraz...var mı böyle bir şey gerçekten?

Kesinlikle evet. Bire bir aynı şey. Bir  arkadaşım var. Aliye Turagay. Çok iyi bir yapımcıydı; aslında hala öyle bence. Şu anda o da bir restoran işletmeciliği yapıyor. Bir mekanı var.  Felix adı. Onla  konuştuk geçen gün bu konuyu hatta. Birbirine olağanüstü benzeyen şeyler. Bir kere ikisinde de bir şey üretiyorsunuz, alıcınız var ve hemen tüketiliyor. Aşçıyı da yönetmen gibi düşün. Aşçının yaptığı yemeği de garson sunuyor...garson da oyuncu. Biz o garsonun yüzü suyu hürmetine keyifle yiyoruz o yemeği zaten. . Tabi bunlar pratik benzerlikler. Felsefi olarak da benziyor. Aşçı da yönetmen gibi bir hikaye hazırlıyor ve çok çeşitli unsurları bir araya getirerek bir kimya kuruyor. O kimyayı kurduğunuz anda o hikaye doğmuş oluyor zaten. Herkes peynirle zeytini bir araya getirebilir ama bunu özel bir şekilde biraraya getirdiğin zaman o bir taratora dönüşüyor.İkisinde de öncelikli amaç haz vermek. Haz veremeyen yönetmen de haz veremeyen aşçı da aynı türden bir depresyona girer mesela. İkisi de aynı cümleyi kurar. Filmi beğenilmeyen yönetmen de yemeği beğenilmeyen aşçı da "ağızlarının tadını bilmiyor bunlar" der. "Anlamıyorlar beni... " der.

-Sinema sanat gazetecilik de buna dahil, genellikle egosu  yüksek insanların yaptığı bir iştir. Hal böyleyken ortaklık ruhunuzu nasıl etkiliyor bu durum? Çok ciddi fikir ayrılıklarına düştüğünüzde nasıl tölere ediyorsunuz ?  Aslında soru tam olarak şu siz iyi bi ortak mısınız?

-Biz daha çok yeniyiz işin aslı. Ortaklığımızın problemlerini yaşayacak bir vaktimiz olmadı. Daha çok buranın ortak dertleriyle uğraşıyoruz. İşte ruhsatı çok geç alabildik, öyle olunca müşteri gelemedi buraya, dolayısıyla tanıtımı yapılamadı...gibi. Vedat Bey var buranın yöneticisi. Aramızdaki tek  restoran işletme tecrübesi olan da odur mesela. O da biz de hizmet üretiyoruz burda. Ben daha çok buranın atmosferiyle, tasarımıyla uğraştım. Kendiliğinden oluşan bir görev dağılımı oldu aramızda. İşin aslı para kazanırsak ve müşterilerimizi de memnun edebilirsek bir sorun çıkacağını sanmıyorum aramızda. Sorunlar genellikle başarısızlıktan doğar. Başarılı olursak gerisi ufak tefek pürüzler olarak kalır ve bi şekilde tölere edilir hepsi. 

Bunu da taze bir İstanbullu ve her gönül ilişkisinde olduğu gibi aşkı en tepede biri olarak soruyorum.  Şehirle İstanbul’la ve hatta Balat’la kurduğunuz ilişkinizden bahseder misiniz biraz?

-Biz aslında buraya geldikten bir süre sonra anladık ki; eğer İstanbullular buraya, Balat'a  gelmezlerse, bizim burda olmamızın hiç bir manası yok. Kimse sadece biz buradayız bu restoran burda  diye gelmez buraya. Balat gelinebilir bir yer,  gelinmesi gereken bir yer olduğu zaman bizim de bir manamız var aslında. Biz de burdaki esnafla varız. Hepsiyle bir ilişkimiz var. Balat geçtiğimiz beş altı yıl içinde büyük bir değişim yaşadı aslında. Bir buçuk yıl önce de ben tamamen buraya yerleştim. Bana soracak olursanız gerçek  İstanbul burasıymış meğer. Ben daha önce hiç sur içinde yaşamamıştım. İnanılmaz kozmopolit bir semt. Tabi ki altı yedi eylülde büyük bir oranda boşaltılmış burası. Ama hala ermeni kilisesi, sinagog, bulgar kilisesi, patrikhane ve bir yığın islami eser var burada. Tüm bunların yanında bir o kadar da fukara bir semt. . Elektirikçisinden tutun da çocuk bakımına kadar, ne ihtiyacınız varsa her şeyin bir dükkanı var. Kimse detarjanı kutuyla almaz burda, kiloyla alır. Doğru olan da budur aslında. Bir semt böyle olmalıdır zaten.

Peki İstanbul karınız mı metresiniz mi? 

Yani şimdi siz edepli edepli karınız mı metresiniz mi diye soruyosunuz ben tokmakçımız diye düşünüyorum. 

(Kahkahalar...)

-Vaayyy!

Evet yani bu kadar net; eğer cinsel bir ilişki metaforuyla bakacaksak buna,   alttayız biz! Büyük kültüreri,  büyük imparatorlukları yenmek mümkün değildir;  fethedersiniz ve onlar gibi olursunuz bi süre sonra. Diliniz bile onların diline benzer. 

Asimile olursunuz diyorsunuz direk!

Asimilasyon mudur değil midir  bilmiyorum. Asimile olmak istersiniz! Ben bunu asimile olmak olarak görmüyorum.  Bir araba sahibi olacaksanız o zaman trafik ışıklarına dikkat edeceksiniz. Bütün kurallarınız değişecek.  Bu şehrin her şeyi benden daha büyük, benden daha bilgili, benden daha derin, daha güçlü! Ben ona hakim olmaya; kendi arzularımı isteklerimi onda uyandırmaya çalışıyorum ama; ne yaparsam yapayım hep "o şehir" diye bir  şey var benim için. Ondan bağımsız değilim. Hiç birimiz değiliz. Bu yüzden hep alttayız!

Ben mekanların ve şehirlerin;  insanlarla en büyük ortak özelliklerinden birinin şu olduğunu düşünüyorum. Bazıları “ihtiyaç haline gelir” olmazsa olmaz. Bazılarına yolumuz düşerse ya da o an yapacak hiç daha iyi bi seçeneğimiz  yoksa  gideriz. Sizdeki “olmazsa olmazım” duygusunun tam karşılığı olan bir şehir bir insan ve bir mekan istesem?

Şehir İstanbul olsun, Ben de birçok insan gibi hem nefret ediyorum hem de aşığım bu şehre. Bu şehir benim dilimle her şeyimle ilgili çok büyük bir geçmişe sahip. Kendimi en rahat hisettiğim, üç aşağı beş yukarı başıma ne gelebileceğini kestirebildiğm bir şehir. Mutlaka zaman zaman istemişimdir başka şehirlerde yaşamak ama;  dönemsel bir hevestir ve geçmiştir hep. O yüzden içten cevap İstanbul olur.  Mekan mesela orman benim için. Bir ev ya da başka bi yer değil kesinlikle. Çok giderim kuzey ormanlarına, Belgrad ormanlarına.  Ben sahilde yaşayamam. Zaman zaman isterim de...ömrümü geçiremem orda. Dağ adamıyım diyim aslında kısaca.  İnsan da en nihayetinde candan bi arkadaş benim için. İster sevgili olsun bu,  ister arkadaşım; candan bir arkadaş benim hep aradığım bir şeydir. 

Bir de şuna çok inanıyorum ben. Bir şey üreten herkesin,  bir hedef kitlesi, gönlünü çelmek ya da belki komik bi tabir olacak ama;  aklını almak istediği biri ya da birileri vardır mutlaka.   Siz peki gönülden bir çaba ve emekle ortaya bir şey koyduğunuzda en çok kimin aklını almak istiyorsunuz?

-Buna herkes  benim gibi cevap verebilir mi bilmiyorum. Benim mesleğim bu,  kitlesel olmak. Ben toplumları değiştirmek istiyorum ve herkes bunu istemeli zaten.  Ya kitleleri değiştirmek ya da sadece para kazanmak istersiniz; ben bunların ikisini de  istiyorum. Her zaman olmaz tabi bu, ama bazen olur. Bazen öyle bir hikaye kurar anlatırsınız ve o, o toplumda öyle bir şeylerle denk gelir ve örtüşür ki, işte orası değişimin başladığı yerdir. O ince noktayı yakaladığınız anda toplum o hikayeye sarılır.Devrimler toplumların değiştiği anlar değildir. Devrim bir sonuçtur. Bizde bir de bu yok mesela; neyin nerde değişmeye başladığını kestiremiyoruz, yorumlayamıyoruz.

Ne kadar güzel anlattınız. O sonuç bardağı taşıran son damla aslında ama; bardağın ne zaman neyle dolduğuyla kimse çok ilgilenmiyor...

Oysa santim santim milim milim gömek lazım o süreci. Hangi bardakta hangi damla fazlayı yorumlayabilmek lazım.  Hikaye anlatıcısı prensip olarak polikita yapar. Yapmak zorundadır. O zaman da hangi bardakta ne zaman fırtına kopacak bunu öngörebilmek gerek. Ha bazen de kopmaz, koparamazsınız bu başka bi şey; ama peşini bırakmayacaksınız. Ben işte bunun peşindeyim. Kitlelerin aklını almak isterim. En azından akıl vermekten iyidir!...

Bu soruyu  tamamen fiziksel olarak soruyorum. İstanbul’un çehresini hayatınızdaki bir insanın yüzüne benzetmenizi istesem... kaşı,  göz süzüşü, dudak büküşü en çok kimi andırıyor?

-İstanbul denilince benim gözümde bir insan canlanmıyor gerçekten.

Hep bir kadın figürü olarak bahsedilir ya...

-Onu diyenler seksist.

Ben de hep erkek gibi düşünüyorum mesela...

Daha akıllıca. Tam da bunu söyleyecektim. Bi kadına sormak lazım bunu, kadınlar acaba bu şehre bakıp da "Aaa ne kadar kadınsı bi şehir" diyorlar mıdır ? diye. Bütünüyle erkek bi şehir. Hatta daha doğrusu İstanbul kimin elinde olduğuna göre şekil değiştiren, cinsiyeti karışmış bilimkurgusal bir varlık gibi hakikaten. Bir bakıyorsunuz çok erkeksi, bir bakıyorsunuz kadınsılaşıyor...Tam bir ermafrodit bu! Bence ikisini de denemiş yani.

Aynı benzetmeyi Agora meyhanesi için sorsam?

Burası bir aşık. Böyle  birbirine sarılmış iki insan buranın simgesi.

Peki biraz şansımı zorlasam ve desem ki o ikisinin arısında en baskın olan duygu aşağıdakilerden hangisi? 
a) Aşk? 
b) tutku?
b) Erotizm?
c) Pornografi?

Hem hepsi, hem hiç biri. Aşk... o bile değil! Aşk bile bir sonuç.  Esas olarak heyecan ve arzu içinde sohbet eden insan suratları tahayyül edin. Bu da  bizim en   insan eylemlerimizden biri ve çok önemli. Ateşli bir şekilde birbine bir şeyler anlatan, birbirini dinleyen iki insan düşünün. Bakışmıyorlar ama; sürekli konuşuyorlar...Cinselliğe ait olan olmayan, insana ait her duygu da buradan çıkar aslında. Özü budur.

Bir kadını etkilemek için en son ne zaman yemek yaptınız?

-Sürekli...her zaman yaparım. 

-Peki bi yemeğin sunuşu sizce en çok hangisine benzemeli? Roman mı kısa hikaye mi yoksa şiir mi olsun? 

Her şey birbirini açıklamak için kullanılamıyor malesef. Benim için mesela düzenlenmemiş olması derim.Ağaçtaki bir demet maydanoz gibi...Hiç bir düzen yok orda;  ama acayip bir karar var. Ezersen başka kokar, doğrarsan başka kokar. Yemeğin görüntüsünün insanı korkutmaması lazım. Ye demeli o sana; bak dememeli. Ben hoşlanmıyorum o özenilmiş tasarlanmış şeylerden. Tadıma bak demeli, beni çatal ucuyla al, bana batır, bana kaşıkla dal demesi lazım. Dolayısıyla klasik bir güzelliği olamaz onun. Hayvani bir güzelliği var. Biz ona türümüzün devamı için bakıyoruz. Arkaik olmalı o. Bizim diğer eylemlerimize benzeyemez. En derin en hayvani arzularımıza benzemesi lazım. Bu da tasarlanamaz. 
Freud'un bir resmi vardır üstünde şöyle yazar. What's on a man's mind. İnsanın aklından neleeer geçeer!!! 


-Ben burda dağılımdım aslında. Röportaj mı yapıyorum bir felsefe kitabı mı okuyorum belli değil! O yüzden hemen direksyonu  kırıyorum ve beyaz perdede yeni bir Ezel Akay filmini görebileceğimiz en yakın tarihi sormak istiyorum. Ya da şöyle sorayım. Kafanızda şu ara başka hangi tilkiler dönüyor? 

Önümüzdeki bir yıl içinde bir film çekmiş olacağım. Ya da en kötü ihtimalle çekimine başlamış olacağım. Biraz da bu çatal sofrasının verdiği ilhamla bir şey farkettim ki;  her türden film yapılmış Türk sinemasında ama;  bir tane yemek üzerine film yok. Sinemacılar orda izleyicisine anlatacak bir hikaye bulamamışlar. Dünyada çok önemsenen bir şeydir bu. Felsefi olarak da öyle. Düşünün ki yemek filmleri festivali bile var ama; yüz yıllık Türk Sinama tarihinde bir tane yemek filmi yok.  Bu ve bir kaç başka proje daha var aslında. 1915 üzerine bir kervan yolculuğunu anlatan başka bir hikaye var. Onlar üzerine çalışıyorum şu ara. 

Ben dün bütün gece felaket bir diş ağrısıyla kıvrandım. Gecenin ikisinde açık hastane aramaya çıktım. O derece!Bu sabah da arkadaşım bana dedi ki "ertele bu röportajı doktora gidelim" Benim cevabım da şu oldu. Delirdin heralde? Ölmediğim sürece ben bugün bu röportajı yapacağım. Şimdi soru şu, sizi bu kadar tutkuyla  sürükleyen, ölmediğim sürece hem peşindeyim dedirten o şey nedir?

-Sinama! Hiç düşünmeksizin sinema. Daha doğrusu hikaye anlatıcılığı. Bunu bazen sinemayla yapıyorum bazen başka bi yolla. Gerisi dediğiniz gibi, belki elden ayaktan düşersem dururum ancak.  Ben yerimi buldum diye düşünüyorum. Buldum dediğim yer de Lamekan aslında. Hikaye anlatıcısı öyledir. Ordan oraya sürer kendini.   

Son soru, mutlu musunuz? 

 -Ben biraz olgunlaştıktan sonra,  yani şu geçtiğimiz altı yedi yıldan beri mutlulukla değil de mutsuzlukla ilgilenmeye karar verdim. Mutluluğu kontrol edemezsiniz, nerden geleceğini ne  zaman uçup gideceğini bilemezsiniz.  Peşinden koşarak yakalayamazsınız onu. Ama mutsuzluğunuzun kaynağı çoğunlukla bellidir ve ona konsantre olursanız o durumu çözmeniz çok daha kolaylaşır. 


ERSİN KALKAN


Karşımda bir gazeteci  duruyor ama bambaşka bir kimlikle. Birini olmadık bi yerde görünce hangi rüzgar attı deriz ya hani? Tam da öyle sormak istiyorum. Sizi buraya hangi rüzgar attı?

-Beni buraya çok eski bir rüzgar attı.  Bizim komşumuz Hristo bey buranın sahibiydi. Onun eşi madam Evgenia da annemin en yakın arkadaşıydı. Çoçukları yoktu, bu yüzden anneme hep takılırlardı "bu çocuğu bize ver, bize sat" diye.  Sonra bağzı nedenlerle annem Almanya'ya gitmek zorunda kaldı.Bir de üvey babamız vardı. Kemalettin Tuğcu romanlarındaki gibi bir adamdı. Sahip olduğumuz her şeyi kumarda kaybetti. Bize madam Evgenia baktı. Hayat baya zordu senin anlayacağın. Sonra o yaşlarda bir terzinin yanında çalışmaya başladım çırak olarak. Bir gün Hristo bey dedi ki bana "kaç para haftalık alıyorsun ordan" dedim ki beş lira. "Gel sana haftalık yirmi lira vereyim benim çırağım ol."  Yıllar geçti üzerinden tabi. Ben üniversiteyi okumaya gittim vs derken tam  18 sene sonra buraya geri döndüm. Bu kez Hristo bey şöyle bir şey söyledi bana. "Ben burayı satacağım, satacağım adamı da buldum. Sana satmak istiyorum. Ben parasız kabul etmeyeceğimi söyleyince de sembolik bir fiyat söyledi. Sonra ben vazgeçtim tabi. Ben vazgeçince bu sefer " Anlaşıldı senin paran yok, ben burayı sana bırakıyorum, adımızı senden başka yaşatacak kimse yok" dedi. 

Mülkün sahibi de sizsiniz yani?

Benim ama bunun hiç önemi yok; ben aslında buranın ömürlük gönüllü işçisiyim. Senin anlayacağın beni buraya bir "geçmiş" attı. 

(Bu sorunun cevabını sizden dolaylı yolla almış oldum aslında ama)  ilk fikir bir mekanımız olsun, doslarımızı misafirlerimizi ağırlayalım gibi bi şey miydi yoksa bu fikri doğuran Agora Meyhanesi’nin kendisi miydi? Neden Agora meyhanesi?

Burası benim en eski yeme içme mekanım.  İstanbul'un 19. yüz yıldan kalma yirmi büyük markasından bir tanesi. Aynı zamanda kültür mirasımızın çok önemli bir parçası. Buranın yaşaması gerekiyor.  Ben buranın sadece mirasçısıyım ama; buranın yüz yıl üç yüz yıl...hep  yaşaması gerekiyor...

O da duygusal miras aslında değil mi?

Evet. Dediğim gibi bu marka  iki yüz yıllık bir marka. Biz aslında 2006'da burayı açacaktık fakat devlet yenileme alanı ilan etti, işlerimiz durdu. Mücadelemiz 2013'e kadar devam etti. Ezel muazzam bir aşçı. O da bir mekan açmayı düşünüyordu. Dedim ki "arama gel beraber yapalım" O  bir kültür adamı. O'nu burda görmek hepimize çok büyük katkı sağladı. Ha ama özünde Agora'nın ne ona ne bize ihtiyacı var...Bu da başka bi tarafı işin. 

Bağzı mekanları, dinlediğimiz bağzı müzikleri ya da izlediğimiz filmleri bile, kimisini bangır bangır bağırmak paylaşmak isteriz. Kimisini sadece kendimize saklamak isteriz ya hani; burası sizin için aslında hangisi? Hani şu kapıdan giren genelde yakınlarınız bildik simalar mı olsun istiyorsunuz. Yoksa aşk acısı çeken, kederlenip unutmak ya da tam tersi eğlenip dağıtmak isteyen herkese açık mı kapınız?

-Hepsi birden. Dünyanın çeşitli ülkelerinden insanlar geliyor görüyüsonuz. Eskiden de burası böyle bir yerdi. 1928'den beri. Özellikle Fransızlar çok gelirdi. Murat Belge'nin İstanbul gece rehberinde geçer. Ansiklopedilerde, hayat mecmualarında geçer. Müthiş bir anı ve yaşanmışlığı var.... 

Mutfağa giriyor musunuz? ve bir de şunu merak ediyorum aslında; sizin için yazı yapmakla yemek yapmak arasında duygusal ya da düşünsel bir bağ var mı? 

-Ben girmiyorum. Ezel giriyor. Yeni şeyler denemeyi de çok seviyor o.  Ben İstanbul mutfağının buna hiç ihtiyacı yok diye düşünüyorum ama o seviyor...2700 yıllık bir mutfak bu.  Romaya başkent olmuş bir yer  burası. Sonra Bizans gelmiş, sonra Osmanlı gelmiş,  o imparatorluk mutfağında ne kazanlar kaynamış bir düşünün... Mezapotomya' nın Çin'in yolu buradan geçiyor....Bizim İstanbul mutfağı dediğimiz şey, yer yüzünün rafine olmuş mutfağı. Bazen Ezel'le aramızda bu konuda tatlı atışmalar oluyor. Yeri gelmişken altını tekrar çizmek isterim. Ezel'in varlığı çok kıymetli bizim için, burası için. Ha ama bir tadıcı olarak neredeyse dünyanın tüm büyük mutfaklarını bilirim...

Gurme diyebilir miyiz yani size?

Ben gazetelerde çok uzun zaman mekan yazıları yazdım. İşim gereği de çok yaptım.Gurme diyemeyiz belki ama yediğinin ne olduğunu bilen bir adam diyebiliriz.

Sinema sanat gazetecilik de buna dahil, genellikle egosu  yüksek insanların yaptığı bir iştir. Hal böyleyken ortaklık ruhunuzu nasıl etkiliyor bu durum? Çok ciddi fikir ayrılıklarına düştüğünüzde nasıl tölere ediyorsunuz ?  Aslında soru tam olarak şu siz iyi bi ortak mısınız?

Biz iyi ortağız. Evet;  çünkü birbirimizin eksiklerini tamamlıyoruz. Bu çok önemlidir. Demokratik bir düşünceye sahip olduğumuz için iletişimimiz rahat oluyor. Egomuzu bi yere bırakıyoruz.  Sosyalist bir gelenekten geldiğimiz için,  sosyalist kapitalist mi desek ya da?  (kahkahalar ) 
Sol burjuvalar, sol küçük burjuvalar  diyelim hatta...
Liboş diye gidecek şimdi bu korktum! o yüzden hemen diğer soruya geçiyorum. 

Bunu da taze bir İstanbullu ve belki de bu yüzden aşkı en tepede biri olarak soruyorum.  Şehirle İstanbul’la ve hatta Balat’la kurduğunuz ilişkinizden bahseder misiniz biraz?

İstanbul'da doğmuş büyümüş bir insan olarak buradan başka bir şehirde yaşamayı hiç düşünmedi. Zaman zaman zorunlu olarak bu şehri terk etmek zorunda kaldım ama; üniversiteyi okumak için önce Ankara sonra izmire gittim vs. Sonra dünyanın neredeyse bütün şehirlerine gittim. Bunu şunun için söylüyorum. Çok şehir gördüm ama; ben burada yaşayabilirim dediğim bir şehir olmadı hiç. Benim bir şehirde yaşayabilmem için o şehirde...

İstanbul mu olması gerekiyor?

Evet o şehirde İstanbul olması gerekiyor.  Napalyon diyor ya  "dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti muhakkak ki İstanbul olurdu" diye. Ben bunun çok abartılı bir şey olduğunu düşünüyordum. Ta ki dünyanın neredeyse bütün şehirlerini dolaşana kadar. Petersburg benim için mesela olağanüstü büyülü bir şehirdir.  Dostoyevski'nin Puşkin' in yaşadığı tüm sokakları evleri dolaştım O hayranlığımı ifade eden öyle yazılar yazdım öyle çok anlattım ki gazetedeki köşemde. Petersburg'un  300. kuruluş yıldönümü için beni de davet ettiler düşünün. Ha şimdi sor bana o şehirde yaşar mısın diye. Yaşayamam.  Güneş yok, ışık yok. İstanbul çok kıymetli benim için. Ben bu şehrin hem altının hem üstünün yaklaşık yarım asırlık takipçisiyim. Balat da bana göre bu kentin en önemli merkezi. Tarihi yarım adanın hikayesi burada yatıyor...Buradan başka bir yerde yaşamayı kesinlikle tasavvur edemiyorum.

Peki İstanbul karınız mı metresiniz mi? 

-Sevgilim. Eşlerim benim sevgilim olmayı aştıkları zaman,  başka bir şey oldukları zaman onlardan hep ayrıldım. İstanbul da bi gün sevgilim olmayı bırakıp karım olmaya kalkarsa ondan da ancak böyle bi nedenle ayrılırım.

Ben mekanların ve şehirlerin;  insanlarla en büyük ortak özelliklerinden birinin şu olduğunu düşünüyorum. Bazıları “ihtiyaç haline gelir” olmazsa olmaz. Bazılarına yolumuz düşerse ya da o an yapacak hiç daha iyi bi seçeneğimiz  yoksa  gideriz. Sizdeki “olmazsa olmazım” duygusunun tam karşılığı olan bir şehir bir insan ve bir mekan istesem?

-Buna hiç düşünmeksizin cevap verebilirim. Şehir İstanbul. Mekan Agora meyhanesi. İnsan da çocuklarım. 

Ben bi şey üretirken aslında herkesin bir hedef kitlesi, gönlünü çelmek ya da belki komik bi tabir olacak ama aklını almak istediği biri ya da birileri vardır mutlaka diye düşünüyorum. Bunun cevabı direk kendi iç doyumunuzu sağlamak bile olabilir ya da yaptığımız ürettiğimiz şeye göre de değişebilir elbette ama;  ama ben sizin cevabınızı duymak duymak istiyorum.  Gönülden bir çaba ve emekle ortaya bi şey koyduğunuzda en çok kimin aklını almak istiyorsunuz?

Öyle biri yok galiba ya... Ya da şu anda yok. Çünkü İstanbul karışık,  hayat karışık ve aşk şu an benim için bilinmezler diyarı.
Aslında ben bunu aşk anlamında sormadım.

Yok aşk olsun aşk olsun...Birinin aklını alacaksam onun adı aşk olsun. Öyle biri de yok şu an benim için.

Bu soruyu  tamamen fiziksel olarak soruyorum. İstanbul’un çehresini hayatınızdaki bir insanın yüzüne benzetmek isteseniz…(zor olabilir ama lütfen)  kaşı,  göz süzüşü, dudak büküşü en çok kimi andırıyor?

Biraz Türkan Şoray biraz da Marliyn Monroe.

Muhafazar ve cüretkar ikisi bir arada diyorsunuz...

Kesinlikle!

Agora meyhanesi?

Aysel Gürel, Aydın Boysan ve Zeki Müren karması.

Peki bi yemeğin sunuşu sizce en çok hangisine benzemeli? Roman mı kısa hikaye mi yoksa şiir mi olsun? 

Roman kadar uzun olmamalı,  şiir kadar derin de olmamalı. Kısa bir hikaye olmalı. Muazzam kısa hikayeler vardır bilirsiniz....

Bilmez miyim!:) Peki aklınızda şu ara dönen başka tilkiler var mı desem? 

Tabiat bana yalan söylememe lüksü bahşetti. Yaklaşık dokuz yaşından beri "alan değil veren el felsefesini"  farkında olmadan içselleştirmiş bir insanım. Demin size Hürriyet gazetesinden ayrılış hikayemi anlattım ya mesela. Yalan söylemek bana zul gelir,  ağır gelir. Ben insanlara bakarım, geçmişinden bu gününe taşıdığı kimler var diye. Yani şöyle soruyorsanız eğer "yeni projoler var mı"  ben bir an önce buranın tam anlamıyla hak ettiği yere oturmasını ve kendim de bir kenara çekilip kitaplarımı yazmayı,  şeytanca düşünüyorum. ( Gene kahkahalar...) 

Biz hiç bir iz bırakmadan kaybolup gideceğiz hissini çocukluğumdan beri yaşıyorum ben. Yaşlandım da mı böyle düşünüyorum. Hayır! Ne münasebet! iz bırakmalıyız iz. Aklımızdaki bütün tilkiler buna hizmet etmeli. 

O zaman hadi bana o meşhur Kabe'ye giden karınca hikayesindeki gibi "gidemesem de yolunda ölürüm" diyecek kadar tutkuyla bağlı olduğunuz o şeyi söyleyin. 

-Gazetecilik. Gazetecilik çünkü ; ölüm pahasına peşinden gittiğim tek şey haber. Düşünsem belki bir şey daha koyarım bunun yanına ama; en baskın en doğru cevap gazetecilik olur.  

Son soru mutlu musunuz?

Çok demek, diyebilmek isterdim. Tabi ki hayır. Ha gündelik şeyler üzerinden bakacaksak buranın hayata geçmesi, Agora'nın yeniden can bulması beni inanılmaz mutlu etti, ediyor mesela. Ama dünyada  bütün bunlar olup biterken,  bunca yoksulluk ve güç savaşı varken,  bu çok siyasi bir cevap oldu belki ama;  hissettiğim bu.





dipnot: Röportajı aynı akşam ama ayrı ayrı yaptığımız için bölerek yayınladım. Hani merak eden olursa diye, gidereyim dedim. :) 

7 Eylül 2014 Pazar

Seda Oturan ile bulutlara yakın bi yer(ler)de...

 Siz onun henüz 28 yaşında olmasına aldanmayın sakın. Buraya yazıyorum. Seda Oturan "büyük" bir kadın.  Büyük ve daha çok büyüme kapasitesi olan bir kadın.  Kendi sektöründe birlikte koştuğu herkesi yaya bırakacak; hatta kusuru bakmasınlar ama  nal toplatacak bir kadın. Işıl ışıl, cıvıl cıvıl, enerjisi gözlerinden patlayan, daha ilk bi kaç dakika içinde sizi de içine alan bir kadın. Bi kere ben yaptığı işe duyduğum tüm hayranlığıma rağmen "şımarık" bir insan bekliyordum. "işte ben Milano'da yaşıyorum da, aman da şunları şunları yaptım, yapıyorum da, yapacağım da" minvalinde seyredecek bir sohbet olacak sanıyordum. Alakası yok (muş)! Beni başkaları anlatsın, yaptığım iş anlatsın mantığını içselleştirmiş bir kadın. Daha beşinci dakikada kendini anlatmayı bırakıp, sizi tanımaya çalışan, size sorular soran  bir kadın. Hani bi ara "ne oluyor yaa! röportajı ben yapacaktım hani" diyorsunuz neredeyse. O derece! :) Bunu da çok önemsedim çünkü; bu da karşısındakine "değer" vermekle ilgilidir. Bırakın röportajı eş dost sohbetlerinde bile sonsuza kadar kendini anlatan insanlar vardır. Sohbeti bırakın bi derdinizi anlatmaya başlarsınız bi de bakmışsınız ki hiç bi halt anlatamadan dert dinler pozisyonuna geçmişsiniz. Bu da insanın (yaşla tamamen bağımsız olarak) olgunluğuyla ilgili bi şeydir. Kendi içinde bi şeyleri çözmüş, başarmış, anlamış bir kadın/adam kendini yüceltme ihtiyacı duymaz. Ordan gelecek üç kuruşluk prime göz koymaz. Çekilir kenera, işini yapar. O işini düzgün yapınca kendinin ekstra bi şey yapmasına da hiç gerek kalmaz. Başkaları anlatır onu. Başkaları konuşur...Ben konuşuyorum şahsen, daha da konuşacağım! Daha çook konuşacağız...















 Bi kere inanılmaz yaratıcı! Daha önce yazmıştım, okuyanlarınız hatırlar mutlaka 25thhourlingerie markasının yaratıcısı. Aslında Milano'da yaşıyor ama burda da bir atölyesi var. Ailesi de burada yaşadığı için sık sık İstanbul'a gelip gidiyor. Ve itiraf edeyim orda yaşadığı hayata çok imrendim. "Ayağım toprağa değiyor Oya!" diyor. "Her yere bisikletle gidip geliyorum, köy hayatı gibi düşün  ya da belki tatil rutini. Barım da,  kahvesine doyamadığım kafem de evimin hemen altında. Biz her şeyi insanlar için yapıyoruz güya ama; İstanbul'da en değersiz şey belki de insan. Gözünün gördüğü yer araba, sence de bi tuhaflık yok mu bu işte?" diyor. Gözlerindeki ifade gerçekten "soru" soruyor. Laf olsun diye konuşmuyor.
"Biliyorum kitap hediye etmek hiç yaratıcı bir fikir değil ama ben bu kitabı o kadar çok seviyorum ki, herkes okusun istiyorum...o yüzden sana da aldım!" diyorum.  (Stefan Zweig-Satranç)
Çığlık atıyor... "Sen şaka mısın? sürpriz yumurta mısın nesin, çook istiyordum bunu okumak!" diyor.  "İş" anlamında çok istediğim bir röportaj yapmış olmanın keyfini koyun bi tarafa; aslında  ben  şahane bi insan kazanmış olmanın keyfini sürüyorum şu an ...ve sizi onun hikayesiyle baş başa bırakıyorum...

Son zamanlarda beni yaptığı işle bu kadar heyecanlandıran başka bir kadın/adam olmadı. Göz bebeklerim yuvasında tuhaf eksenler çizdi. Kan akışım hızlandı…ve bilgisayarın  başına oturup KİM BU KADIN? sorusunun cevabının peşine düştüm. O kadar  sahici bir arayışmış ki beni sizinle buluşturdu.

 Şimdi size sormak istiyorum. Kim bu Seda Oturan? 

-Seda oturan kimdir sorusu o kadar zor bir soru ki, ben kendimi nasil size anlatabilirim diye kafamdan bir ton sey geciyor... zorlanıyorum. Ama ille de kelimelere dökeceksek  1986 haziran istanbul doğumlu tam bir ikizler kadini( yukselenide ikizler),Acaip azimli ,meraklı, Çok değisken,bulutlardan resimler çizen cok havai, güçlü, merhametli, sıcakkanlı, güler yüzlü, aynı zamanda inatçı, pratik ve ani kararlar verebilen,  kaliteli yasamayi cok seven aslında  kısaca çok dengesiz bir karakter diyebilirim:)) hatta ben direk ikizlerin genel ozelliklerini copy paste yapabilirim isterseniz:))  Şaka bi yana özünde hayatı çok seven çok keyif alan bi insanım. 

 Biraz  zaman mekan meselesi vs. gibi şartlar mı sizi buraya getirdi?  “büyüyünce dünyanın en seksi iç çamaşırlarını üreteceğim” diyen bir çocuk profili çok müstesna bir durum çünkü aslında.  Biraz daha geriye, çocukluğunuza doğru gitsek…orda nasıl bir kız çocuğu var?  Nasıl hayaller kuruyordu ve en sevdiği oyuncağı neydi mesela?

-Geçmişe götürdün beni...Ahh cekiyorum... En sevdiğim oyuncağim bahcemizdeki ağaclardi. Inmezdim tepelerinden. Maceraci basbelasi bir cocukluğum varmis diyim ben sana; anlatılalanlara göre. :))  Bir de benim hatırladığım hep bi liderlik söz konusuydu. Mahallede ne tür aktivite yaptıysak bildiğiniz ele başıydım. Hani mahallenin diğer tüm çocuklarını gaza getiren bi tip vardır ya, hah bizimkinde o bendim işte! Fikirler fikirler fikirler...hiç suzmazdı içim...Özgür bir ruhtum hep. O yüzden de aslında çok zor bir çocuktum da diyebilirim. 



 Yalnız dünyanın en seksi iç çamaşırları  derken de zerre kadar abarttığımı düşünmüyorum. Zira biraz amiyane bi tabirle bu işin ağababası Agent Provocateur’se de mümkünse gelip su döksün elinize. Şunu merak ediyorum. Bu nasıl bir yaratıcılık? Nelerden besleniyorsunuz? Hangi duygular onları tasarlarken sizi bu kadar özgürce uçurabiliyor?

-Heralde hayallerimi hic mantik aramadan, ozgurce karsi tarafa vermemden kaynaklaniyor diye düşünüyorum. Yani demek istedigim ben birseyi tasarlarken  "yaa bunu da yapiyim da giyinsinler demiyorum."  Genel bakış açısıyla her çirkinin bir alıcısı varmış gözüyle tasarlıyorum aslında. Tamamen özgürce... Nereden besleniyorum konusu, ben anlardan besleniyorum galiba Oya!  Carpe diem benim için içi boşaltılmış bir kelime değil gerçek hayat felsefem. Gözümde her şeyi canlandırabiliyorum mesela. Çok hayalperestim bi de. Mesela dışarda birinin üstünde çirkin bir kıyafet olsun vs, onu hemen kafamda değiştirmeye başlarım. Altındakini çıkartırım, ya da üstüne başka bi şey geçiririm, kendimden bi şeyler katarak kafamda onu resmen yeniden giydiririm. İçimde var anlıyo musun? Herkesin bi şeylere kabiliyeti var işte. Benimki de bu demek ki. Gerçekten öyle olduğumu kabul edeceksek burda, buna da Allah vergisi diyorum. Başka bi izahı yok inan. 

Bi yerde okudum. “Bana bazen yok artık Seda! Kim giyer bunları diyorlar” demişsiniz.  Öyle durumlarda ölçü hep iç sesiniz mi?  Genel alışkanlıkları ve talepleri ne derece  göz önüne alıyorsunuz?  

-Genel  alışkanlıklar  hiç umrumda değil.Hatta nefret ettiğimi söyleyebiliriz! Fazla umursamaz tavrımdan da çok tepkiler alıyorum aslında. Ama hep iç sesimi dinliyorum ben. Bu anlamda enerjim ve sezgilerim gerçekten çok kuvvetli. .

Markanın adı 25th Hour Lingerie.Bunu da “kadınlara artı bir saat hediye ederek geceyi daha uzun kılabilmek şeklinde açıklıyorsunuz. Burada geceyi daha uzun kılmaktan kasıt tam olarak nedir? İşin aslı biraz komik gelecek belki ama ben ilk okuduğumda resmen “ön sevişmeyi uzatmak, geceyi daha eğlenceli hale getirmek” gibi düşündüm. Ama tasarladığınız şeyler o kadar kışkırtıcı ki tam aksine gecenin ömrünü çok kısaltmaya da müsait? J Hatta kalbi olan o riski almasın bence.   O aradaki nüans tam olarak nedir?

-Iste senin gibi düşünen birini daha yakaladım!! Iste bunu çook seviyorum! Tam anlamiyla  bu söylediğin şeyi ben de içimden hep bu enerjiyle söylüyorum.  Yani +1 saat kime gore neye gore derken , anlatmak istedigim bu!!! Ne guzel ifade etmissin! Ön sevişmeyi uzat kardeşim...bu hayatta aşk,  sex  ve ölüm  gercegi var.. 'Anini yasa '
Benim sana vereceğim nüansı sen zaten orda yakalamışsın!! Sloganim good-night!  :) Sen doğru yerde doğru şekilde kullan iç çamasirini ..  

Peki tam olarak o profili tarif edebilir misiniz bize? 25th Hour Lingerie kadını nasıl bir kadın? Mesela kilosu önemli mi? Çok kilolu bir kadının da o ruha bürünme şansı var mı? Huyu suyu nasıl? Nasıl bir karaktere sahip?

-Hiç önemli değil, yeter ki kadın olsun!!  25thhour kadini  çok çok farklı çok entellektuel , cok sosyal , cok kendine guvenen.... Yer ,zaman hiç önemli değil; dogru yerde doğru iç çamasirini kullanan kadin!! Karakteri güçlü  ve olağan üstü  çekici bir kadın! Gerisi teferruat. 

Hep yaptığım bir şey gibi algılanmasın ama birkaç kez yurt dışına çıkmışlığım var. Londra’dan Paris’ten aldığım iç çamaşırları (ki denemeden aldım ikisinde de ) üzerime olmadı. Sutyen kısmı küçük geldi. Türkiye’de hep kullandığım bedenleri almıştım  oysa ki. Bu sadece bana tesadüf etmiş bir şey olabilir mi? İnternet üzerinden hiç denemeden kendi beden numarasıyla sizin ürününüzü alan bir kadının böyle bir şeyle karşılaşma ihtimali var mı?

-Her ülkenin kullandığı ölçü farklı. Şöyle anlatayım,  fransa olsun İngiltere olsun e bir de türk kadını olsun. Zaten hem görsellik hem estetik farklı. Kullandığı prova mankenleri bile farklı. Bu yüzden size önerim  'cupsize' inizi iyi bilmeniz gerektiği.Dünyada bütün  cup olçuleri aynidir. Göğüs ölçüleri farklıdır. Yani örnek verirsem ki ben bu hataları çok yaşıyorum. Müşteri  80A cup mesela ama B almis!orda A cup var B,C,D,DD...F,FF ye kadar yolu var. Kadın göğüs ölçüsünü bilmeli arkadaş! :) Internetten iç  çamaşiri siparişi veren kadin ölçüsünü çok iyi bildiği  surece, sorun cikmaz. Ki ben ürünlerimi internette  bu riski almamak için  daha çok balensiz, cupsiz standart  ölçüler kullanıyorum. 

Bir de kullanım açısından ne kadar pratik ? Bu kadar tasarım ürünlerin günlük kullanım açısından çok fonksiyonel olmadığı da düşünülür hep.  İşe giderken de hatta abartacağım belki biraz ama;  pikniğe giderken de giyebilir miyiz? Bunların hepsini birden göz önüne alıyor musunuz?


İşte hep söylediğim şey, doğru yerde doğru iç çamaşırını giyinmek. 'Phantoso'yu tabiki piknikte gyinemezsin yada 'femme fataley'.Onlar ozel gunler icin. Zaten musteri ihtiyacina gore aliyor.ben bu yuzden 3 capsul yaptim.exclusive collection daha geceyi sana cagiristiran modeller.'La parisienne' ve 'the divas' collection heryerde hersekilde giyinilebilecek modeller.Aslinda biraz da kadinda bitiyor.nasil kombinleyecegine bagli.

Çok başka bir gözünüz başka bir düş gücünüz var gerçekten. Düpe düz jartiyer çorabı denilecek çorapları postallarla spor ayakkabılarla kombinleyip günlük hayatta  kullanıyorsunuz. Hani gözümle görmesem “ o ne öyle ya! Daha neler? Çok abuk durur” diyeceğim ama gördüğümde inanılmaz zevkli ve klas bulduğum bir görüntü. O ince dengeyi nasıl tutturuyorsunuz?  Çok banel durmaya müsait bir şeyi nasıl o kadar seyirlik bir kompozisyon haline getirebiliyorsunuz?

Dahi mi:)) delisin sen! Ya deli ya da gerçekten aşıksın! İkisine de varım! :) Cok mutlu ettin beni !!Şöyle soyleyim, beğenenler var beğenmeyenler var. Sen beğenmişsin. İşte bu da senin ne kadar vizyon sahibi olduğunu gösteriyor aslında bana! Avamlık başka rüküşlük başka, bence moda olması gereken bir ikon bu!! Bunu fark edenler zaten yapacaktir. Gözlerimiz alışmadığı şeyi sevmez misali.  Ama yine soyluyorum o jartiyerle postallari gyin bakalim taksimde:)) Kompozisyon dedigim sey, dogru yerde dogru şeyi giyindiğin sürece hiç bir sorun yo derim ben hep. Ama karşına öyle çıkarsam kadıköyde mesela :) sen de beğenmezsin beni.  

Bir de yakında bikiniler geliyor sanırım..? Onlar nasıl  tasarımlar olacak? Plajlarda ısı kaç derece artacak? 

Bikinleri seneye yazın görüceksiniz. :) Hiç yorum yapmıyorum!  Susuyorum.

 Biraz da sizin karakterinizden söz etsek…biraz yüksek sesle gülünce bile “az bi edepli gül” diye dürtülerek büyütülen kadınların toprakları burası. Sizin  nasıl bu kadar cüretkar, kendinden emin ve meydan okuyan bir duruşunuz var? Nasıl bir ailede yetiştiniz mesela ?  Ya da bu önemli mi? Yoksa insan yetişdiği aileden ve toplumdan tamamen bağımsız olarak kendi kendini inşa edebilir mi?

İşte ben hep o susturulan kadın oldum!!!! (asla susmadım ama) Aşırı mutlu olurdum, aşırı kahkaha atar aşırı sinir yapardım. Her şeyin aşırısını yapardım ben Oya! Annemin  devamlı "abartma Seda!!"  sözünü duya duya büyüdüm. Bastırılmış duygular...bilinçaltı tabi her şey, belki de olması gereken buydu. Çok kalabalık bir ailede kardeşlerim, teyzemler, halamlar, kuzenlerimle büyüdüm. Standart bir aileye sahibim. Tunceliliyim. Ha ama insan yetiştiği aileden çok bağımsız olabiliyor tabi. İki kardeşin birbirinden çok farklı olması gibi. 
Babam abim ablam halam amcam dedem...herkes inşaat muhendisi ben aradan siçramisim iste:)) Bunu da neye yoruyorum biliyor musun, düzgün giden bi yolu birilerinin mutlaka bozması gerekir ya sanki, işte ben o oyunbozanım bizim ailede. Hatta sizinle paylaşmak isterim ;beni hep sirketin avukati olarak yetistirdiler okuttular. Oldu da. İstediklerini verdim. Hukuk fakültesini kazandım. Sırf onların içi rahat etsin diye. Sonra da evden kaçtım!! İtü moda tasarım sınavlarına girdim gizlice.18 yasindaydim, şimdi 28 .iyiki yapmisim!! 

Erkek olsam tam tavlamak isteyeceğim kadın modelisiniz. Zeki, güzel, yetenekli, üretken, yaratıcı! Peki Seda Oturan’ı tavlamayı kafaya koymuş bir adam hayal etsek…siz onu nasıl tarif edersiniz? Sizi nasıl bir adam heyecanlandırır?

Sen beni baya bi  şımarttın. :)) Çok çok teşekkür ederim önce bu güzel hislerin için... Sen böyle söyleyince tıkandım şimdi bu soruda! :))  Beni heyecanlandıracak erkek ailesine çok düşkün, deli ve deli başarılı olmali. Fiziksel olarak hayal edersek;) Benden uzun,spor yapmayi seven, dans etmeyi seven mümkünse dovmeli:) cirkin uzun sacli biri:)) Bisey diyim mi, aslında hepsini boşver de önce enerjisi tükenmeyen biri olmalı! Deli olmalı yaa işte deli deli deliiii!!! 


Peki hayatın içinde sizi heyecanlandıran başka şeyleri sorsam…bir anda enerjinizi yükselten, adrenalinizi tavan yaptıran şeyler nelerdir? Nelere karşı çok büyük iştah duyarım diyebilirsiniz? 

Ooof adranalin manyağiyim ben. Maceracıyım. O yüzden nerde olay, ben ordayım! Bi de çekiyorum remen. Bozcada' da büyüdüm. Şarapçıyım. :) Şarap vazgeçilmez bir iştah benim için, başlı başına bir kültür. Onun dışında kayalıklardan atlamak, paten kaymak, hoplayıp zıplayıp dans etmek...hep açım ben. Hep! 


LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BOŞLUKLARI DOLDURUNUZ… J

-En son evde miskin miskin koltuğumda yatarken elimde  M.S 2150 kitabı vardı.

-En son çalan bi telefona çok mutlu olduğumda arayan kişi  kimse ..dı.

-Son zamanlarda en çok  my head is a jungle şarkısını mırıldanıyorum.

-Bu ara en çok   bozcaadayi   özlüyorum. 

-Flört etmekten en zevk aldığım insan/şehir/hayvan    ottoviano(kedi :) )

-Şu an kendimi     enerjim patliycak gibi   hissediyorum.

SON OLARAK : Bu biraz alakasız gibi duracak ama;  Seda Oturan’ın oyalamaca okurlarına bir güzelliği olsun bu da lütfen ve  aslında en çok da kendim için soruyorum: Milano’ya ilk defa gidecek biri için “Elinde bira güzel bi müzik eşliğinde ayakta usul usul sallanacağı ve gene elinde bir kitapla bir taraftan kahvesini yudumlayıp, bi taraftan miskin miskin geleni geçeni seyredeceği iki mekan adı istesem..?

Milanoda elinde biran 'roll over bethoween' -'tunnel' - ve jazz bar 'blue note'


Kahve olayi, milano da' brera ' da ki tum cafeler !!


Dipnot: Son soruyu haince bir tuzak olarak hazırlamıştım aslında. Kendimi davet ettirmek için. Meğer hiç gerek yokmuş... Seda o kadar içten o kadar sahici bi kız ki, ben o daveti zaten havada karada kapacakmışım! :) Belki fi tarihinde giderim, belki hiç yolum düşmeyecek ama artık biliyorum ki, bi gün yolum düşerse Milano'da beni dünyanın en eğlenceli, en naif, een mütevazi en çılgın en en eeenn kızlarından biri beni bekliyor olacak...Hem zaten bayılırım bünyesinde bütün zıtlıkları biraraya getiren insanlara...Seda Oturan onlardan biri! Onu izlemeye devam edin...!

Şa şı ra cak sııı nıızzzz!
Şaşırtacaakk!

http://www.25thhourstore.com/tr/shop/femme-fatale-2/

dipnot2) Birlikte olduğumuz fotoları Seda'nın italyan arkadaşı Paolo çekti. Ona da kocaman bir teşekkür gönderiyorum...Grazie Paolo! ;)

4 Temmuz 2014 Cuma

Karolin Fişekçi matruşka bebekler gibi...



Karolin Fişekçi.
Matruşka bebekler gibi…Açtıkça içinden başka bir kadın çıkıyor.  An an başka  bir ruh, başka bir kalp, başka bir akıl;  hatta başka bir beden oluyor.
Mesela fotoğraflarını çekmeye başladığımızda diyorum ki içimden; nasıl yani? Karolin Fişekçi buysa demin şu kapıdan giren kadın kimdi?
Bi şey söylüyor. Vaay diyorum! Ne kadar zeki! Hatta anasının gözü. Adamı suya götürür susuz getirir bu!
Başka bir şey söylüyor. “Yok artık!" diyorum. Geçekten bu kadar saf olabilir mi? Hayatı yeni öğrenmeye başlamış bir çocuk gibi! 

Bi an geliyor  "ne kadar güçlü"  diyorsunuz...Derisi sanki, hiç çizilmesi mümkün olmayan sağlam bir kayış gibi,  bi an geliyor... eliniz kabuk bağlamış bir yaraya değiyor sanki. 

Hani dokunsan kanayacak gibi...

Şaşırtıyor...!

Güzeell…sevdim!

Çünkü şaşırmayı seviyorum..
Çünkü çoğumuz dümdüz.
Çünkü çoğumuz aynı.
Bakın o öyle değil işte!
Dik yokuşları da var, insanı hiç yormayan hatta işini kolaylaştıran yan-yolları da.
O yüzden ben kulunuz nacizane diyor ki; ayrık otlarının kıymetini bilmek lazım ve hatta  ilaveten;  bize bir değil daha çook Karolin Fişekçi lazım.
Bize cesur, bize gözünü budaktan sakınmayan kadınlar lazım.   
Çoğalıp çok olmak dileğimle…

Yeni (ve ilk) kitabı İtahatkar’i konuşmak üzere buluştuk; ama alında hayatı konuştuk….


Buyurunuz…
Söyleşiye hazırlanırken sizi biraz araştırdıktan sonra şöyle bir duygu oluştu bende.  “Ah bu magazinin gözü kör olsun!” dedim. Fazla romantik bakmış olabilir miyim? “Çağdaş bir resim sanatçısı” tanımlamasının önüne geçen Karolin Fişekçi imajıyla, sizin aranız nasıl diye başlamak istiyorum ya da  bu bir tercih miydi?

-Magazine düşmek..hayır hiç değildi.  Ama malesef evet; sanat çevresindeyken bi anda magazine düşmek gibi bir durumum oldu.   Sanat  çok  üst bir şey  tabi, magazin işin daha eğlenceli ama bir o kadar da yüzeysel kısmı. Ben de çok şaşırıyorum aslında, zaman zaman düşününce. Neden nasıl oldu da bu böyle algılanır hale geldi diye. Bakıyorsunuz 2010 yılında benimle yapılan röportajlara, ne kadar derinlikli ne kadar farklı. Bir de bugüne bakıyorum alakası yok. Sorulan sorular çok başka, çizilen genel profil çok başka. 

Siz neye bağlıyorsunuz bunu peki? ya da bu durumu değiştirmek düzeltmek için yaptığınız herhangi bi şey var mı? 

-Şimdi artık ne yaparsam yapayım gene de değişmez.  Bu biraz da ihtiyaçla ilgili bir şey belki. İlginç geliyor tabi insanlara. Bazı şartlar var ki onlar bir araya geldiği zaman hiç bir şeyiniz magazinel olmasa bile o pozisyona düşürülüyorsunuz.  E tabi bir de böyle bir açık vardı belki diye düşünüyorum. Tanınan genç kadın ressam çok yok çünkü. Öyle olunca da bu onlar için farklı bir malzeme oluyor, bunu da bir şekilde işlerine geldiği gibi  kullanıyorlar...


Hakkınızda söylenenler arasında altı çok çizili bi cümle var. Deniyor ki “Karolin Fişekçi sanattaki derdini edep sınırlarını zorlayarak anlatıyor!” Sizin de buna cevabınız genellikle şöyle “ Yaptığım aslında göze parmak sokarak dikkat çekip, sonra mesajımı vermek.”
Bi konuya dikkat çekmek için “kışkırtmak, tahrik etmek” en iyi yöntem midir?  İnsan algısı bu kadar  kör mü? Özellikle de kadınlar olarak, başka türlü derdimizi anlatma şansımız yok mu? 

-Biraz gerekiyor.  Dikkat edin bir yerde bir kaza olur iki üç kişi ölür, bu küçük bir haber olur.  Ama 100 kişi ölür bu büyük bir haber olur. Çok yanlış çok kötü ama malesef bu böyle. Tek bir insan için bile aynı gümbürtünün kopması, aynı şekilde yer bulması gerekiyor; ama yapılıyor mu hayır!  Bende biraz,  özellikle çok önemsediğim konularda şöyle  düşünüyorum... Radikal olmaktan sert olmaktan çekinmemek gerekiyor! Aslına bakarsan bana yaptıklarım çok ekstrem de gelmiyor. Benim için çok normal hepsi;  ama bu toplum için fazla geliyor. E öyle baktığın zaman da ben bu toplumu düşünürsem hiç yol alamam, hiç bir şey üretemem. Bunlara bu fazla geliyor diye  istediklerimden üreteceklerimden vaz mı geçeceğim yani?  Türk algısı için benim bu yaptıklarım fazla olabilir;  ama kusura bakmasınlar ben bir gezegende yaşadığımı düşünüyorum. Sadece Türkiye olarak değil Dünya olarak bakıyorum. Öyle olunca da kendi önüme hiç bir kısıtlama koymuyorum.

Ne kadar güzel/doğru  bi şey söylediniz. "Bu topluma bu fazla" diyerek kimse yol katedemez ki! 

-Aynen! Kesinlikle böyle düşünüyorum.

Bir yanıyla erkek iktidarını yerle bir etmeye çalışıyorsunuz; ama bunu da kadın bedenini ve cinselliği kullanarak yapıyorsunuz. İlk bakışta müthiş bir tezat gibi görünüyor insanın gözüne ama; bir yanıyla da  hiciv sanatı gibi aslında. Böyle baktığımızda size bir hiciv ustası diyebilir miyiz? Abartıyor muyum? değilse siz  kendiniz nasıl ifade ediyorsunuz?  

-Aslında evet, hiç böyle düşünmemiştim ama; hiciv diyebiliriz buna. Biraz meydan okuma var tabi. "Siz bunu istiyordunuz değil mi?" durumu var. İstenilen bir malzeme var. Bir kadın bedeni var. Ben de bu durum karşısında biraz eli yükseltiyorum. Onlara kendi zaaflarını yansıtıyorum aslında.  Ben bunu twitter'da yazarken de çok yapıyorum. Biraz "ince bir alay" da var işin içinde. Sonra işin ucu kaçıyor tabi bazen. Hangisi dalgaydı hangisi gerçekti,  bazen ben de karıştırıyorum. Ama bunu yapmayı da seviyorum açıkçası.
Türk Büyüklerine sevgi ve saygı projesi kapsamında Maçka parkındaki 7 Türk Büyüğünü öperek poz verdiniz. Bir toplumun şu veya bu şekilde kutsadığı şeylere dokunmak bana biraz ip üstünde cambazlık gibi gelmiştir hep. Bilinçli ya da delice, neticede bu cesaret sizde  var.  Şunu merak ediyorum. Atatürk’ü öpmeyi neden düşünmediniz?  Bu da sizin kendi içinizde geçmek istemediğiniz bir sınır olabilir mi? Yoksa “yoo bi sabah kalktığınızda beni Atatürk’ün dudaklarına yapışmış bi halde görmeniz de pekala mümkün” diyebilir misiniz?  

-O heykellerde ben onları yanaklarından öptüm.

Biliyorum. Cesaretinizin sınırı anlamında kasıtlı olarak dudak diye sordum.

Şöyle söyleyim. Orda aslında bir prens uyandırma gibi bir mizansen vardı aslında ve ben  bunu 2007'de yaptım. O zaman için bu daha uzak bir şeydi. Şu anki Cumhuriyet şartlarında çok da gündemde olmayan kişilerdi onlar. Miğferler, kasklar, sarıklar...farklı gözüküyordu. Üstünden baya bir zaman geçti ve şimdi artık şehzadelik moda. Osmanlı daha moda. Aslına bakarsanız şu an olabilirliği daha yüksek. O kahramanlar daha yakın geliyor artık bana.

Atatürk mevzusuna geleceksek de Türkiye'de bazı belli başlı konular var ki geri dönüşümü yüzde yüz garanti. Atatürk bunlardan bir tanesi. Bir zamanlar türban öyleydi. Yani sen bu konuları diline dolarsan ya da bunlarla ilgili bir şey yaparsan kesin dönüşü var. Tam da bu yüzden bunu kullanmak istemedim.  Aslına bakarsan evet; daha gümbürtü koparacak bir durum ama bu bana işin kolayına kaçmak gibi geldi hep.

O zaman bundan sonrası için de yapmam mı demiş oluyorsunuz? 

Hayır  hayır yapmam! 

Ve şimdi de ressam Karolin Fişekçi erotik  bir roman yazarak karşımıza çıktı. İtaatkar! Size bu kitabı yazdıran nedenler arasında bir ihtiyaca cevap vermek var mıydı? Okuyanlar biliyor artık ama okumayanlar için soruyorum. İtaatkar’ı okuyan biri cinsellik hakkında öğrenmek isteyip de bu güne kadar bulamadığı bir sorunun cevabını bulabilir mi? Yoksa hayır hiç öyle bir misyona soyunmadan tamamen geldiği gibi yazılmış bir hikaye mi?

-Cinsellik zaten  kesinlikle kitaptan okunup öğrenilecek bi şey değil;  ama insanların ufkunu açabilir. Şöyle bi şey olabilir. Daha çok kadınların çok fazla kitap okuduğu gerçeğini düşünürsek, bize bütün bu kitaplarda filmlerde anlatılan çizilen kadın profili gene "ata-erkil düzene hizmet edecek şekilde çiziliyor. Dikkat edin kadın hep ezik, edilgen gösteriliyor. Neden? Ben buna da itiraz ediyorum işte. Hep diyordum zaten bi gün yazarsam ben bu şekilde yazmam diye. Çizdiğim karakterle de bunu söylemiş oldum aslında. "Hayır bakın kadın olmak, kadınlık bu değil!" Bu bize dayatılan sadece! Sürekli erkeğin etrafında dolanan onun ekseninde bir kadın profili karşısında başka bir örnek sunuyorum. Bu açıdan evet kadınların ufkunu açabileceğini düşünüyorum çizdiğim karakterin. "Öyle olmak zorunda değilsiniz"  diyorum.

Bir de şu var tabi Mine karakteri seçilen değil seçen bir kadın.  Benim de şiyarım bu yöndedir hep!

Bu yüzden mi kadın profilini o kadar kusursuz  ve yücelterek çizdiniz? Neredeyse mitolojik bir aşk tanrıçası gibi. Gerçek insan profilini kusurlarıyla birlikte vermek daha doğru değil midir? 

-Evet kasıtlı yaptığım bir şey.  Erkeklerde bu yapılıyor. Kadınlar için neden yapılmasın. Ha ama dediğin şöyle doğru olabilir. Demin de söylediğim gibi genel okuyucu kadınlar ve kadınlar kendilerini hep ezik ve bir çok açıdan kusurlu bulduğu için o tip hikayeleri daha kendinden buluyor, kendine yakın hissediyor olabilir. Ama o zaman ben yeni ve farklı bi şey yapmış olmayacaktım ki! Bu zaten var. Bin tane örneği var yapılmış. Bir de Mine'nin fiziksel güzelliğinden ziyade  karakterini de ben o şekilde çizmeye çalıştım. Asıl göremedikleri vurgu orda. Gerektiği zaman çekip gidebilmesinden tut da, biraz üstten bir bakışı olup ama aynı zamanda adaletli oluşu, erkeklerle flört edip edip ama aslında hiç teslim olmayışı, seçen kadın oluşu..

iyi rol modele bakın ve siz de ona göre kendinizi geliştirin diyorum bir nevi.

 Kitapta  “ Bu hayatta birine kulluk yapmak, insanı isyankar ve tek başınalıktan çok daha mutlu edecek, Tanrı’ya yaklaştıracak bi şeydir” deniyor. Bunu erkek kahraman söylüyor ama; gerçek hayatta Karolin Fişekçi’nin bu konuda ne düşündüğünü merak ediyorum.  Bir de aslında şunu sormak istiyorum;  birine tamamen teslim olmak ne kadar sağlıklı bi şey sizce? İnsan kendinden vazgeçerek ne kadar mutlu olabilir ki?

-Güzel soru.   Aslında zaten emir verebilmek için de önceden emir almış olmak gerekiyor. Bunu bilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Birine kulluk yapmak için bunu öğrenmiş olman gerek bi şekilde. Bunu uzmanlar da böyle açıklıyor. Hayatta hiç kimseden emir almadıysak bile okulda öğretmenden aldık. Aslında orda da sorumluluk öğretmende oluyor ve hafifletici bi şey de bir taraftan düşünürsen.  Kimse diyemez yani bunu,  ben emir almam emir veririm diye. Devlet yöneticilerinde bunun çok olduğu söyleniyor ya da üst düzey yöneticilerde. Sürekli emir vermekten beyinlerinin bir kısmının zarar gördüğü ve bu yüzden kölelik eğiliminin onlarda daha çok olduğu gibi.  Doğru da! Ben böyle insanlarla çok konuştum, yazıştım. Özellikle merak ettiğim için bu konuyu.

Enteresan ve çok da doğru aslında askerlerin de eşlerinin sözünü çok dinlediği söylenir ya mesela; söylentiden ziyade bunu görüyoruz günlük hayatta. Şahit oluyoruz bire bir. 

-Bak işte mesela! Ama bi yanıyla da hepimizde var bu. Bahsettiğimiz örneklerde daha fazla sadece ama hepimizde var.  Ha benim içinse, bir insan olarak emir almak demesem de belli konularda ailemin sözünü dinliyorum en basitinden. Tamamen sıfır diyemem yani.

Özel ilişkilerinizde durum nedir? :)

Gülüyor..

Ha bak o artık mümkün değil işte. Özellikle "artık" diyorum. Sohbetin başında da konuştuk. İlk gençlikte filan olmuştur tabi, oldu da. Ama artık oraları geçtim diye düşünüyorum. Bu saatten sonra emir almam veririm. Net.

Bu ilk romanınız. Roman yazmakla resim yapmayı karşılaştıracak olsanız.. Ki içindeki çizimlerde size ait sanırım. Resmin ve romanın birbiriyle akrabalık dereceleri nasıl?  Çok faydasını gördüm işimi  kolaylaştırdı diyebilir misiniz?

-Resimdeki detaycılığın  faydası oldu tabi. Resimde bi imgeyi aklınızda tutmak gerekiyor. İmgeyi, ışığı,  rengi... Çizimler de bana ait evet; bi kısmı eskiydi bir kısmını da yeni yaptım. Faydası var tabi. Sadece tavfirler dışında da ilişkisi var. Bir mekanı bir insanı tarif ederken evet ikisinde de bir tasvir durumu var ama;  bazen bir resmi sadece bir duyguyla yapıyorsunuz. Aynı duygu romanda da var. Bazen bi sahne anlatıyorsunuz, ve kafanızda bir resim canlanıyor. Orda da aslında o resmi anlatıyorsunuz... 

İzzzet Çapa kendiyle ilgili yazdığı bir yazıda sürekli mekan açıp kapatmasının psikoloğu tarafından “herkesin ölüm korkusunu yenme yöntemleri vardır seninki de bu” şeklinde yorumlandığını yazmıştı. Enteresan gelmişti bana. Bu anlamda sizin motivasyonunuz da resim çizmek diyebilir miyiz ? Değilse siz nasıl ifade ederdiniz? Her yazana sorululur  neden yazıyorsun diye? Bir ressama da sormak lazım. Karolin Fişekçi neden çiziyor?

-Aslında son bir yılda neredeyse hiç resim yapamadım. Kitapla meşguldum çünkü. İki yaratıcı eylem bir ipte pek olmuyor. Bir de daha çok gece çalışıyordum. E  ya resim yapacaksın ya kitabı yazacaksın.  Ama ben  bu soruya  ne resim derim ne yazmak derim, ne de başka bi şey. Hepsini aşan bir şey aslında bu.  Beni yeni bir şey yaratmak heyecanlandırıyor. Ben bunu seviyorum direk.  Bu kitap olabilir,  resim olabilir, heykel olabilir ya da film olabilir. Yaratmak derken tanrı sendromu gibi de algılanmasın tabi,  üretmek diyelim. Beni tahrik eden motive eden şey o üretme duygusunun kendisi tamamen!

Biraz zemini kaydırsak ve toplumsal olayların çizimlerinizi ne kadar etkilediğini sorsam. Mesela “gezi”döneminde çizdiğiniz resimler bundan etkilenmiş midir? Bir de tek başına çağdaş sanat perspektifinden baktığımızda, gezi'ye  bütün olarak bir sanat olayı” diyebilir miyiz? Sizce gezi doğmakta olan yeni bir performans sanatının ilk habercisi olabilir mi?

-Ben gezi zamanında önce dedim  " Tamam bu sene bianeli yapmaya gerek kalmadı bunlar yaptılar!"   Ama o kadar sıkı takip ediyordum ki bırak resim yapmayı başka hiç bir şeye vakit kalmıyordu.  

Orda mıydınız hep?

Şuna açıklık getireyim önce, ben  çok eylemciyim diyemem.  Yapımda yok. Fıtratımda yok diyim hatta :))

Kahkahalar :))

Ha gay prıde katıldım , eyleme katıldım. Gezi parkına da gittim ama; öyle bağırıp slogan atamak filan dediğim gibi onlar  benim yapabildiğim şeyler değil. Doğruyu söylemek lazım şimdi.  

Resim yapmayı geç, hali hazırda kitap yazmaya çalışıyordum onu bile yapamadım düşün. Bir şey daha olurken, o süreç devam ederken hemen o anda " dur ben bunu hemen sanata dönüştüreyim"  fikri biraz modayı takip etmek gibi geliyor bana.  Ben orda o ruh halinin peşindeydim. Ben önce derinliğine inmeyi,  anlamayı, gözlemlemeyi seviyorum.  Önce  olayı iyi kavrayıp nedenini nasılını çözüp, sonra onu kafanda yeniden yaratıp bir eser koyabilirsin ortaya. Yoksa bunu hemen o an  yapmaya çalışmak sahici bir şey olmaz.  Ben yapamam diyim ya da.  Aslına bakarsan   süreç hala devam ediyor bir taraftan. Tamamlanmış okunacak hale gelmiş de değil. Evet gezide bir ütopya vardı ama bi yandan da hemen o trene binmek ondan nemalanmak isteyenler  vardı.  Bir de " bu sene de gezi olsun? seneye de yapalım, yıl dönümünü de yapalım" da çok mümkün bi şey değil. Kimileri de onun peşinde mesela. Kaç 68 yazı oldu ki? Düşünsenize...

Bağırıp çağıramam demişken, kavga da edemeyen  bi insansınız mı demek oluyor bu?

Yani, sesimi yükseltebilirim sert çıkabilirim bazen ama; benim asıl olayım  tek bir kelime söyler üste çıkarsın  ya hani, onu tercih ederim hep.

Blogunuzda 2009 tarihli “Tatlı su ermenisi” başlıklı bir yazı var. Çok samimi ve çok içten buldum. Okumayanlar bilmeyenler için soruyorum. Sizin anlaşınızla kime tatlı su ermenisi denir? Neden bu tanımlama?

Baya zaman geçti aslında. Ya işin aslı şu ki ben ermenice bile bilmiyorum. Ermeni okuluna da gitmedim. Kiliseye düzenli giden bir insan değilim. O zaman da bu sizde sadece köken olarak duruyor. Kültür olarak...Kültür dediğim de yemek kültürü vs. Bu yüzden de ben kalkıp Ermenistan'a gittiğim zaman kimse beni ermeni gibi görmez öyle kabul etmez. 

Atatürkçü müsünüz?

-O  tanımlamayı da  çok sevmiyorum. Öyle bir putlaştırma durumum da yok ama;  o zamanın şartlarında gereğini yapmış diyorum. Öyle bakıyorum..

Çizdiğiniz resimlerde kaktüs, silah, araba vitesi vb gereçler hep bir cinsel figür olarak kullanılmış.  Sanatta kullandığınız cinsellik gereçleri ortada. Peki sizce  gerçek hayatta cinselliğin en büyük malzemesi nedir diye sorsam? Mesela zeka, mesela güç..Karolin Fişekçi üzerinde afrodizyak etki yapar mı?

-Zeka ve güç;  evet yani  bunlardır. Yoksa bir nesneyi gösterdiğin zaman tahrik olmam. Hiç bir kadın da olmaz zaten. Bu erkeklere has, bi şeyi görerek tahrik olmak. Kadınlar görsellikten etkilenmiyor.

Di mi! Kadın için ancak dokununca o da duygu varsa bi şey ifade eder. Ama bazen duyuyorum okuyorum öyle kastlı vücut tarifi veren kadınlar oluyor...sizin için tamamen sıfır mı? 

-Aslında şu var; sıfır diyemeyiz tabi. Kendine bakan, üreten bir erkeğin hafif kası çıkmış oluyor zaten. o hoş duruyor... bu anlamda kendine bakan erkeği tabi ki severim ama bunu da zekayla ve davranışlarıyla taçlandırması lazım. Vaay nasıl konuştum ama!

:))

Biraz da kadınlarla ilişkilerinize gelmek istiyorum. Kendimi her şeyiyle gözüm kapalı emanet edebilirim diyecek kadar yakın bir kadın dostunuz var mı? Bir de  şunu çok merak ediyorum aslında. “Kadın kadının kurdudur!” dendiğinde Karolin Fişekçi ne söyler ?

-Öyle bi kadın yok. Öyle bi erkek de yok. Öyle bi kimse yok.

Öyleyse çok üzücü bi şey ama...

E öyle tabi ama durum bu. Yani ailenle bile çok mümkün değil o bence. Hayat böyle!
Kadın kadının kurdudur... o da daha çok duruma göre aslında. Ben eskiden kadınlar beni sevmiyor sanırdım. Şimdi bakıyorum yolda çevirenler, kitabınızı çok sevdim, sizi çok seviyorum diyen kadınlarla karşılaşıyorum. Çok hoşuma gidiyor.  O yüzden öyle bir genelleme yapmıyorum artık. Bi taraftan da kadın kadının kurdu diyoruz da erkek erkeğin neyi acaba? Erkek savaşında neler dönüyor? Kimse bunları çok yazıp çizmiyor.Bu çok konuşulmuyor dikkat ediyorsanız. Bu genellemeler bile hep kadınlar üzerinden yapılıyor.
Yaptığınız ürettiğiniz her şeyde baskın olan anlayış  “erkek egemen düzene kafa tutmak” gibi.  Sürekli bir alt mesaj var.  “Hayır bakın! Asıl iktidar siz değilsiniz!” diyorsunuz ki bu tarihe bakınca da  böyle aslında. Orduları birbirinin düşürebilen  bir varlık kadın!  Peki sizin  Bu kadar  "güç bende"  diyen bir kadın figürü olarak, yelkenlerinizi suya indirdiğiniz aciz düştüğünüz durumlar olmuyor mu?

İnternette şurda burda  herkesin ölüyorum bitiyorum dediği bir kadını yerle yeksan etmiş bir aşk/adam var mı?

-20'li  yaşlar zordu benim için. 20' lerin başı.  Ama o zaman  onları astığım için şimdi ayaklarım yere basıyor. O zaman resmen şöyle bir durumum vardı. "Depresyon ilacı mı kullansam, ne yapsam"  İlacı kullandım bu sefer o daha kötü yaptı. Sonra bunu ilaçsız aşmayı denedim ve üstesinden de geldim bi şekilde.   

Derin bi aşk biraz böyle ağdalı arabesk de bir şey... :) çekmediniz mi hiç? 

Yok ama dediğim gibi 20'lerde oldu o.  Bi tarafta aşk bi tarafta sizi çok bunaltması özgürlüğünüzü kısıtlaması. Onun çatışmasını çok yaşadım. Ama bi yanıyla da şöyle düşünüyorum aslında, belki onlar gerçek aşk değildi hiç biri. Çünkü gerçek aşkta insan özgürlüğünün kısıtlanması vs. gibi şeyleri de çok aklına getirmez sanki.  Diğer taraftan  yaş da çok  önemli tabi. 30'u aştıktan sonra artık,  ne istediğini ancak anlıyorsun zaten.

Bundan sonra da artık kimse beni o hale getiremez diyecek kadar net konuşabiliyor musunuz? 

-Yani şimdi çok da büyük konuşmak istemem tabi ama çok zor. Farkına varsam zaten onun önlemini hemen alırım öncesinde. Değilse de bi şeyin yaşanacağı varsa sen ne yaparsan da o gene yaşanır o da başka bir boyutu işin. Ama dediğim gibi çok zor artık benim için o. 

Aşık olmadan biriyle birlikte olabilir misiniz?

O da 20' lerde mümkündü ancak.

Üzücü de olsa bazı durumlarda öne çıkma nedenlerinizden biri de  Orhan Pamuk’la yaşadığınız ilişki oldu aslında. Bu hikaye Karolin Fişekçi için dokunulmazlık alanı içinde mi? “Aman aman hiç girmeyelim “ dediğiniz bir konu mu? Yoksa tamamen “sıra, masa” der gibi, son derece soğukkanlılıkla dışardan bakabildiğiniz bir hatıra oldu mu artık? Ne katmıştır size, neler almıştır desem?

-Ben buna dışardan bakıyor olsam bile,  ben bunu konuştuktan sonra  "haa bak!  gene O'nu konuştu" diye değerlendirelecek bu. Çok da rahat konuşurum,  hiç de umrumda olmaz! Bu hisle falan ilgili değil kesinlikle. Ama dediğim gibi ne söylersem söyleyim gene O'nu konuşarak prim yaptı" ya getirelecek durum. Ben zarar göreceğim yani anlıyor musun? Onun sıkıntısını hiç istemiyorum artık. Hiç ihtiyacım yok bir de. Yeterince kendi gündemim var diye düşünüyorum. Bir de öyle abuk sabuk yorumlarla uğraşamayacağım şimdi. Yeter!   O yüzden boş verelim. Hiç gerek yok. 

Gene bloğunuzda dikkatimi çekmiş bir resim var. Adı Beklemek ve aslında performansımın düşük olduğu zamanlarda çizdiğim bir resim demişsiniz. Sonra da şöyle devam ediyor. “Sevmem aslında beklemeyi, ama bazen beklemeyi de bilmek gerek..”
Çok bekledim, hep bekledim…hala bekliyorum dediğiniz bi şey var mı hayatta? O sabrı gösterecek denli istediğiniz her hangi bir şey, bir insan ya da bir durum?

-İnsan değil ama durum var. Bazı şeyleri siz yapamazsınız, hayat onu getirir. O bakımdan beklediğim şeyler var... Ama boş beklemiyorum. Bi yandan olacağını bilirsiniz ve beklersiniz ya benimki biraz öyle bir durum. 

Ne diye sorsam ?

Onu zaman gösterir zaten. 

Dışardan bakıldığında çok rahat çok cüretkar görünen insanların kabuklarını kırmak daha zordur  diye düşünülür ya. Fiziksel durumun tamamen dışında ruhen, kalben en rahat soyunduğunuz yer/alan neresi? 
Açık kapı gibi düşünüp, elini kolunu sallaya sallaya içeri dalan birinin,  küt diye  kafasını  taşa vurması mümkün mü? Aslında soru tam olarak şu: Kraliçe gerçekte  ne kadar çıplak?

- Ha ben çok şeffaf bi insanım. Canlı yayın bile olsa sıkıldıysam kızdıysam hemen belli ederim;  o bakımdan tamamen çıplağım. Öbür türlüyse evet benim kabuğumu kırmak zor. Benim arkadaşlığımı dostluğumu kazanmak belli şeyler gerektiriyor. Ha özel uğraşsın demiyorum ama;  ben de o insanda hakikat arıyorum. O varsa onu hissediyorsun zaten.  Güzel bi yaratıcı sohbetin içinde çıkar belki onu da hemen not ederim,  yazarım mesela. İnsan ağlarken resim yapamıyor ama yazı yazabiliyor, böyle bakınca evet; yazarken de çok çıplağım diyebilirim.

EĞLENCELİK:

Hangi takımı tutuyorsunuz?

-Beşiktaş! 

(Yaşasın! Çarşı sabaha karşı! :) 

Peki ucuz jartiyer mi pahalı mı?
 (bunu bi ara köşeciler çok yazdı ordan aklıma gelmiş bi şey. Jartiyerin ucuzu, basit görüneni hatta mümkünse pazardan alınanı  makbuldür diye) 

-Rengi ve modeli çok önemli benim için ve benim beğenmem önemli. Beğendiğim şeyse marka da alırım. Pazarda bulursam pazardan da alırım. Ucuzuna pahalısına bakmam.
Kırmızı mı siyah mı? Ya da?

-Siyah derim heralde ya da ikisini karıştıralım bordo olsun. 

Önünüzde iki adet hediye paketi var. Birinin üzerinde “dost acı söyler” yazıyor. Diğerinde “yalan da olsa söyle, hoşuma gidiyor...” J
Gayri ihtiyari olarak eliniz önce hangisine giderdi?

-Önce acıyı açardım. Sonrasında nasılsa tatlı gelicek. Yalan da olsa...

Çook teşekkür ediyorum..çok güzeldi.

-Güzel sorulardı. Merkez medyada bunlar böyle çok sorulmuyor işte. Ben teşekkür ederim. Ben de çok keyif aldım.