21 Ekim 2013 Pazartesi

Siminya ile...tatlı sert!

Karşı karşıya olsak döverdim ben bu Siminya'yı. :) Karşı karşıya olsak, öperdim ben bu Siminya'yı...
Şaka değil. Öyle...bi uçtan öteki uca sürüklüyor insanı.
Bi an geliyor, alkış tutmak, iki elinizle kafasını tutup alnının ortasından öpmek istiyorsunuz. Bi an geliyor, ölümcül vuruş nasıl yapılıyor acaba?Bunun sesi en kolay nasıl kısılır ki?diyorsunuz.
Şaşırtıyor insanı. Tuhaf...bazen sakinleştiriyor...kulak memesi kıvamına getiriyor, sonra yeniden kışkırtıyor.
Şu ana kadar Siminya kimliğiyle, ilk kitabı Kız Kısmı'nın editörü dahil olmak üzere, hiç bi okuyucusu yüzünü görmedi. Üstelik ikinci hatta üçüncü kitabı yolda ve biz bu yolculuğun neresinde onun cismini görmeye müşerref olucaz o da belli değil. Ha önemli mi? Ben merak ediyorum valla. Hele bu söyleşiden sonra...saçları uzun mu mesela, ele gelir mi? :) Bu şaka tabi. Evet dili çok sivri, evet  ukala  hatta bence biraz  hoyrat :) Ama şöyle bi şey var ki; ben acayip severim insanın sinir uçlarına böyle dokunabilen kalemleri...İşte Siminya onlardan biri. İyi ki...!

Siminya kimdir? Ve neden adı Siminya? Tamamen düşünmeden o anlık uydurulmuş bir isim mi yoksa bu adı seçmenizin özel bir nedeni var mı?

-Ankara Mamak’lıyım. Akrep burcuyum. Bir yıldır ailemden uzaktayım. Şikayetim yok. Yalnızlık yaşam biçimim. Sadece ara sıra annemi özlüyorum. Bir mağazada satış elemanlığı yapıyorum. Siminya simin kelimesinden ürettiğimi sandığım bir isimdi ama sanırım zaten varmış. Lubun sözlükte penis anlamına geldiğini söylüyorlar. Demek ki bilinçaltımda penislerle olan sorunlar bu nicki alırken gün yüzüne çıkmış. Çocukluğuma inmek isteyen buyursun insin. Bir de Afrika’da kullanılıyor siminya. Neyse ki orada penis anlamına gelmiyor. O zaman iyice hapı yutardık işte. Düşünsene…

Yazılarınızın geçmişine uzanınca 2008 yılına kadar gidiyoruz. Bu tarafa doğru gelirken, geçen yıl çıkan kitabınız çıkıyor karşımıza. O güne dönüp baktığınızda aldığınız mesafeyi düşünerek “attığım taşlar ürküttüğüm kuşlara değdi” diyebiliyor musunuz? Yoksa umurunuzda bile değil mi?

-Umurumda değil ne biçim bir yalan olur öyle be. Sanki her yıl 4 kitap çıkarıyormuşçasına bir coolluklar, artizlikler. Elbette umurumda. İlk defa ve beklemediğim bir anda yaşadım bunu. Çok heyecanlıydı. Entel kuntel birileri yazılarım için güzel laflar ediyor, hayran olduğum insanlar beni telefonla arıyordu vs. Mahcup kere mahcup günlerdi. Ama ben ufaktan beri “kız başınla sen ne anlarsın” diye özgüvensiz yetiştirildiğim için olacak öyle yaptıklarıyla gurur duyan, sonuçlarından memnun olan biri hiç olamadım. Hep bir tamam değillik, aman bu sefer de olmadılık duygusu hakim bana. O yüzden kendim için bu şekil kuşlu muşlu övünçlü sözler sarf etmek yerine yerden yere vururum daha çok. Ayrıca bismillah hele dur noluyoruz?

İnanılmaz sivri bi diliniz var ve sıfır sansür. Argo da var küfür de ve tüm cinsel uzuvlarımızı tek harfe karartma yapmadan çok rahat bi şekilde  kullanıyorsunuz. Ne bu, cesaret mi? Kelimelerin ve dilin kendi haline saygı mı? Yoksa tamamen sizin şuursuzluğunuz mu?

-Kaç tane cinsel uzvumuz var ki allasen? 4 tane şeyimiz türlü türlü sansürümüz var.  Sansür diye bir şey olmasa bunlar o kadar da gözü tırmalamaz, yazanlar da değişik bir şey yapıyo sanılıp bu kadar şişirilmezdi. Eşşeğin aklına karpuzu yasakçılar düşürdü. Günlük hayatta sokakta, evde, işte ağzımız maşallah kubur ama yazarken, çızarken prenses. Olmaaz. Gerçekçilikten uzak. Yine de kendime epey otosansür uyguluyorum.  Küfürün ve argonun fazlası edebiyatı, sinemayı, mizahı ucuzlaştırıyor.  Çok komik izle dedikleri bir videonun komik denen kısımları koyduk mu, koyak mı dan ibaret. Amk yazdı, çük yazdı diye “oooo kız çok samimi çok komik” denilen günler geride kalsın artık. Ben ileride okuduğumda bugünlerime dair iyi bir şeyler hissettirecek hikayeler yazmak istiyorum. Argo olsun küfür olsun ama tokmaktan başka anlattığı bir şeyler de olsun.

4 te hiç fena rakam değil aslında :) yüz yüze olsak bunu hemen düzeltirdim. 4 cinsel uzvumuzun dördünü de diye, neyse  :)

Peki kimliğiniz açık olsa gene bu kadar cesur yazabilir miydiniz?

-Yazamazdım. Yazılarıma yansıttığımın onda birini bile kabul ettiremiyorum çevreme. Dilin çok uzadı diyorlar hemen. Milliyetçi/muhafazakar insanlarla yaşıyorum. Geleneklerine bağlı, aile birliğine “sözde” saygılı kişiler. Ben aileye inanmıyorum, kutsalım yok. Şiddetin her türlüsüne karşı değilim. Azınlıkların ve ötekileştirilmişlerin yanındayım. Feministim. Cinsiyet rollerine karşıyım. Çocuğumu cinsiyetsiz yetiştirmeyi düşünüyorum falan filan. Anladınız siz onu. Bunları gel de gelinlikle çıktın kefenle dönersin üzerinde inşa edilmiş, ataerkil bir yapıya anlat. Anında alırlar kelleni. Almazlar da diyelim ki aldılar? Ya öyle işte.

Benim yazdıklarınızdaki kişisel gözlemim ilk bakışta anlaşılmayan, ama okudukça derinleşen inanılmaz entelektüel bir birikim var altında. Sizin kendi deyiminizle söyleyecek olursak da “bal gibi de entelsiniz!” Yaşınızı da hesap edecek olursak, bunları nerede biriktirdiniz sahiden? Çocukluğunuzdan beri çok okur muydunuz yoksa daha çok blog yazmaya başladıktan sonra mı gelişen bi süreç?

-Yine geldik mi entellik meselesine. Bana sürekli entel diyen birileri var ve ben de başta anlattığım olmamışlık duygusuyla haldır haldır öyle olmadığımı ispatlamaya çalışıyorum. Resmen inatlaşma. Düşündüm de buna gerek yok. Entel buluyorsanız entelimdir o zaman napiyim. Blog tutmakla gelişen bir şeyler de var ama esas çocukluk dönemi esas. Hep aynı örneği veriyorum. Kasaptan gelen etin sarılı olduğu kanlı gazeteyi yıkayıp, kurutup okurdum. Hangi yıla ait olduğu, ne anlattığı önemsizdi. Kardeşlerimin okul kitaplarını roman okur gibi okur, testlerini çözer onların yerine kompozisyon yarışmalarına katılırdım. Çok küçük yaşlarda yazdığım epeyce uzun öykülerim var. Bir açlık vardı ve bunun sebebi okuldan zamansız alınmamdı. Demek ki koyursalarmış beni şimdi kim bilir nerenin kaymakamıydım… Hesabı sorulacak.


Bi de maşallah her tarakta beziniz var. Tabi yazı çerçevesinde söylüyorum bunu. Siyasi yazılar da yazıyorsunuz ve hiç yabana atılmayacak cinsten. En son aklıma gelen “Duyarlı olmayı sizden öğrenecek değiliz” dediğiniz yazı. Ağzımın salyaları akarak okumuştum. Peki günlük hayatınızın ne kadar içinde? Bunların hiç biri tek başına ölçüt değil ama; merak ediyorum. Mesela 1 Mayıs eylemlerine gider misiniz? Gezi protestolarına katıldınız mı?

-Ooo laf sokar gibi soru. Bayılırım gerilimli söyleşilere. Yakın zamana dek siyasetle pek alakam yoktu. Apolitik olmayı da çok yargılamıyorum. Hayatın keşmekeşi içinde çırpınan, borçlarla, faturalarla, hastalıklarla cebelleşen sıradan bir vatandaşın siyasetçileri tanımamasını, siyasetle ilgilenmemesini çok iyi anlıyorum. Normal olan buymuş gibi geliyor. Biraz da erkek işi gibi gösterildi bize siyaset. Evde tv izleyip Bülent Ecevit’e öfkelenen baba figürüne karşılık, hamurun tutmayan kıvamına öfkelenen bir anne figürü. Hamurla siyaset yan yana verilmedi hiç.  Fakat rollerden bağımsız kalabilmişsen büyüdükçe ters giden bir şeyler olduğunu fark ediyor,  tamamen seni ilgilendiren konulara ne alakaysa siyasetçilerin mütemadiyen burun soktuğunu görüyorsun. Yav diyorsun, tövbe tövbe diyorsun. Söylediğin bir şeyler iki şeylere karışıyor, itirazlar protestolarla birleşiyor ve sen farkında olmadan politik bir bireye dönüşüyorsun. Bu kadar hızlı ve doğal.  İtiraz ettiğin konu da ilk etapta seni kaale alacak birileri olsa iş bu boyuta gelmez de dinleyen ve önemseyen neredeyse hiç olmuyor. Şikayetlerimizi sandıkta söylememiz gerektiğini söyleyip gidiyorlar. Sandık bilmem kaç yılda bir içine oy atıp eve dönülen bir araç. Günü birlik oluşan itirazlarımızı anlatıp, karşılık alabileceğimiz bir makam değil ki. Olmadığı için, dinlenmediğimiz, sandığı bekleyin diye savsaklandığımız için de bizi duyabilecekleri yerlere sokaklara çıkıyor, bundan gayrı da yol bilmiyoruz. Bilen varsa söylesin.

Bi de hazır seçimler yaklaşırken oy kullanıyor musunuz diye sormak istiyorum. Kullanıyorsanız oyunuzu kime vereceğinizi duymamız mümkün mü?

Oy kullanıyorum. Bir defa MHP ye oy verdim çünkü belediye başkanı beni seven benim de sevdiğim yakın akrabamdı. Hatır gönül işiydi. Milli birlik ve beraberliğe ihtiyacımız vardı. Son seçimlerde ise kime oy vereceğimi gerçekten bilmiyorum ama MHP ye oy vermeyeceğim kesin.

Peki hayatınızı nasıl kazanıyorsunuz? Çünkü yanılıyorsam düzeltin; anladığım kadarıyla blogtan ticari bi beklentiniz yok ve ordan bi para da kazanmıyosunuz…

Yeri geldi söyleyeyim ben internetten hiç para kazanmadım. Viralmiş, sponsormuş, reklammış bu konularda tavrım başından beri aynı . Benden uzak kime yakın oluyorsa olsunlar. Çok fazla sen bana, ben sana ilişkisi var bu işlerde ve ben kimseye parası ve ürünü için cevaz verecek, ihihih <3 yapacak bir yapıya sahip değilim. Aksiyim, agresifim, tahammülüm sıfıra yakın. Başta dediğim gibi satış elemanıyım yani tezgahtarım. Asgari ücretle, sigortasız çalışıyorum (bittin sen patron) Minibüsle işe gidip geliyorum. Öğle yemeğim ve yol param da kendime ait. Sıçmık gibi bir iş anlayacağınız. Ama bir yıldır hayatım boyunca hissetmediğim kadar iyi hissediyorum kendimi. Bir hastalığım vardı nefes alıp verme zorluğu, işe başladım başlayalı esamesi kalmadı. Galiba psikolojikmiş. İnşallah öyledir.



Kitabınız Kıs Kısmı’nı ilk basılı olarak elinize aldığınızda ne hissetmiştiniz? Duygusal mısınız? Mesela gözleriniz ıslandı mı?

-Duygusalım fakat ağlamadım, gözlerim de ıslanmadı. Çok büyütecek bir şey değil, dünyayı feth etmedim. Herkes kitap yazıyor. İş mi bu? HİÇ!  Şey hissettim. Neden? Yani neden basıldı bu? Doğru bir şey mi yaptım yanlış bir şey mi? Olumsuzlukları göğüslemeye değecek kadar önemli mi şimdi bu zımbırtı? Sordum bunları evet. Değer vermediğimden de değil ne hissedeceğimi çözemediğimden. Kafası karışık, duyguları değişken biriyim ben. Gittikçe daha değer vereceğimi, hatta çok yıllar sonra yeniden elime aldığımda ağlayabileceğimi tahmin ediyorum.

Yenisi gelicek mi peki? Tarih yakın mı? Ve artık blogta çok sık yazmadığınıza göre blogtan derleme bi kitap olmuycak diye tahmin ediyorum. Bu kez ne anlatacaksınız bize?

-Gelecek, hatta  2 kitap olabilir.  Biri bitti ikincisini yazıyorum. Birinin Mayıs gibi çıkmasını umuyorum. Orta Dünya’dan Yozgat’a gelmiş Gorgorot adlı bir cücenin testi kebabı lokantası açmasıyla gelişen olay…Tamam ya şaka tamam. Yine kendi üslubumda bir şeyler yazdım/yazıyorum. Şimdi onu şeyapmayalım.

Çok hayal kurar mısınız? Başınızı yastığa koyduğunuz zaman ille de olsun istediğiniz bi şey var mı? Varsa o ne?

- Yastığa hacet yok, direk yürürken bile kuruluyo o. Eskiden daha çok kuruyordum. Birkaç yıl öncesine kadar kafama kovayla su döküp hayal aleminden çıkarıyorlardı. Orada ülkeler geziyordum, hiç konuşmayan arkadaşlarım vardı,  çırılçıplak kumsallarda dolaşıyordum,  sürekli cinayet işliyor öldürdüklerimi yiyo…geçelim, o kadar detaya girmeye gerek yok. Şimdi hayatın yoğunluğundan rüya bile göremiyorum. Belki böyle daha iyidir. Uzaklaşmak en büyük hayalim. Tanışıksız yerlere gitmeye ihtiyacım var. Güney Amerika’da bir yerler olabilir. Peru olur, Brezilya olur. Son gözdem ise Finlandiya.

Kısa Kısa:

En son neye çok öfkelendiniz?

-Çamaşır makinam bozuldu tamirci çağırdım söktü, yapamadı servise gidecek dedi eski haline getirmeden bırakıp gitti. O kadar öfkelendim ki anlatamam. Sonra inanmayacaksınız ama ben yaptım. Artık ne kadar öfkelendiysem tamirciye dönüştüm. İçine bir şey kaçmış el feneriyle onu buldum ve tellerle çıkardım. Ama arkasını kapatamadım. Hala duruyor. Hala öfkeliyim. Seni bulacağım tamirci Rüstem!!!

 En son ne zaman ayaklarınız yerden kesilecek kadar bi şeye sevindiniz ve neydi o?

-Bu yaz Gemlik dağlarında yaşadım bir süre. O zaman çok özgür hissettim kendimi. Kimse yoktu, telefonum, televizyonum yoktu. Ağaçlarla konuştum, domuzlarla savaştım, çiğ et yedim. İlkel zamanlarıma döndüm. Şahaneydi. Yalnızlık ne güzel.

En son ne zaman aşk acısı çektiniz?

Geçen yıl. Hala çekiyorum az az. Daha zamanı var. Çok sevmişim ben be. Bu kadar tahmin etmiyordum. Onunla kurduğumuz hayallere ağladığım kadar hiçbir şeye ağlamadım. Tam kafama göre bir adamdı. Ama işte olmadı neden olmadı ben de artık netleştiremiyorum. Saçma sapan bitti. Bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.


Okuduğunuz bi kitapta en son hangi cümlenin altını çizdiğinizi hatırlıyor olabilir misiniz?

Şu an aklıma Aylak Adam’dan  “Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz” geldi.

 Seyahat etmeyi sever misiniz? En çok görmek istediğiniz yer neresi?

-Dünya

MESELA...

Yüzünüzü bile görmediğimiz için akıl yürütmek bile çok kolay değil. Mesela süslü müsünüzdür? Makyaj yapmayı sever misiniz?

-Çok süslü değilim. Az süslüyüm. Giyim kuşama para harcamaktan hoşlanmıyorum. Kendim de sattığım için bu işlerde epey bir kazık döndüğüne şahit oldum. Şimdi hangi mağazaya girsem kazıklandığım hissine kapılıyorum. Yine de kendime bakarım, temiz giyinirim. Çorap, çamaşır ve ayakkabı konusunda özenliyim. Sutyen kolleksiyonum var. Makyaj olarak yüzüme allık, pudra gibi tozlar püsürler sürmem, cildime yazık. Genelde sadece göz makyajı yapıyorum. Dudaklarım kalın olduğu için ruj sürünce şuh olduğumu, o halde sokaklarda “al beni al beni erkekim” der gibi gezindiğimi sanıyorum. Bu nedenle az kullanıyorum.

Mesela spor yapıyor musunuz? Plates milates ayaklarınız var mı?

-Yaparım. Günlük bir saat az tempolu yürüyüş yapıyorum. Evde de yer jimnastiği falan var kafama göre şekiller, kıvırmalar. Çocukluğumdan beri böyle debelenirim yerlerde. Pilates milates bilmem ben. Eski köye getirdiğiniz yeni adetlerden bıktım ha :s

Mesela duş alırken şarkı mırıldanmak gibi bu huyunuz var mı? Varsa ilk aklınıza gelen?

-Bu sorular nereye doğru gitmekte? Az kaldı ki burnunuzdan tatak çıkarıp yuvarlar mısınız, duş başlığıyla erotik anılarınız oldu mu? soruları geldi gelecek. Allah sonumuzu hayretsin. Duşta şarkı söylemem ben ya. Kulağım iyi değil benim. Sevdiğim şarkılar aklımda kalmıyor. Kalanlar da mağazalarda, sokaklarda çalan zorla ezberimize yerleşen leş pop şarkıları. Ben entelim söylesem söylesem opera söylerim. Onları da ezberleyemiyorum.

Valla aklıma gelmedi, güzel sorularmış, gelse onları da sorardım :)

Mesela, türk kahvesi sever misiniz? Nasıl olsun?

-Onu da sevmem. Merhaba ben şirinler köyünden öfkeli. Başkası yapınca içerim de kendim yapıp kendim içmekten zevk almam. Genel olarak kahvenin hiçbir türüyle aram yok. Ben çaycıyım. Demlik demlik çaycı. Bardak bardak çaycı.

http://siminya.blogspot.com/

9 Ekim 2013 Çarşamba

Elif Tanverdi... nam-ı diğer Çizenbayan ile...

Bazen bir kitap oluyor. Bazen o kitabın arasındaki iki satır. Bazen bi şarkı, bir şiir...İlk defa gidilen bir şehir...bir fikir...
Bazen bir resim oluyor duvarda.
Öylece kalıyorsun karşısında. Ayrılamıyorsun bir süre...içine girmek istiyorsun.
Bazen bir deniz oluyor önünde, içinde ne olduğunu hiç kestiremediğin, ama savrulup gitmek istiyorsun yine de...artık nereye götürürse?

Bende böyle oluyor işte! Sizde nasıl bilemem tabi. Yeni "bir şey " keşfetmenin hazzı, şu hayatta hiçbi şeyle kolay kolay boy ölçüşemiyor! ve bazen de  bir insan oluyor, ete kemiğe  bürünüyor...Elif Tanverdi diye gözüküyor gözümüze...Evet şahane bir blogger, evet bir mimar, evet internette bir fenomen O! ama ben tarif edeceksem eğer kendi duygu ve düşüncemle; gerçek bir "ilham kaynağı" derdim sadece.
Esinlenmek istersiniz siz de diye, rica ettim. Kırmadı. Hadi! Biraz daha yakınlaşalım mı?

Elif Tanverdi kimdir? Nerden geldi? Nereye gidiyor?

-Henüz kendimi tanımaya çalışıyorum ben de. Sürekli yeni bir şeyler keşfediyorum. Herkes nereden geldiyse ben de ordan geldim. Mükemmel olmayan hatta travmatik anıların olduğu bir çocukluk, her şeyi doğru ve tam yapma isteğiyle geçen bir eğitim hayatı, tutkulu çocukluk aşkları ve sonunda kendiyle ve hatalarıyla daha barışık bir gençlik dönemi. Hala genç kızlıktan yetişkinliğe geçişi tamamlamamış gibi hissediyorum. Daha dün çocuktum diyorum. Tek bir yere ya da kişiye bağlanamayan özgürlüğüne su gibi muhtaç bir kızım işte. Kalbim, mantığım iş birliği içinde onlar nereye derse oraya gidiyorum ben de. Bırakmam gerekirse bırakıyorum, ağlamam gerekirse ağlıyorum.

 Bize Çizen Bayan’ın doğum hikayesini anlatır mısınız? Planlı çok istenen bi çocuk muydu? :) yoksa tam bir sürpriz mi?

-Çok isteyerek girdiğim ve hem şikayet edip hem severek okuduğum mimarlık eğitimim sırasında gece proje sabahlamaları arasında twitter'a giriyordum sürekli ve hep çizim yaptığım için aldım bu nicki. 

ilk başta sadece twitterda bişeyler yazıyordum. Mezun olmama yakın sebebini hala çözemediğim şekilde yavaş yavaş ünlenmeye başladım. diploma projesine odaklanmak için parttime çalıştığım işimi de bırakmıştım. Mezun olup yaz tatilini de yapıp öyle işe girerim dediğim sırada twitter hesabım sebebiyle teklifler gelmeye başladı. 
avrupa' okulu bitirip bir sene ya başka işlerde çalışan ya da dünyayı gezen akranlarımı örnek alıp ben de ailemden bir sene müsade istedim. Ttwitterla ilgili böyle bir durum var hemen işe girmek yerine bakalım nereye gidecek dedim. anlayış gösterdiler. seyahat bursu için açtığım gezi blogumu çok sevdiğim için yazmaya başladığım müzik blogumu ve hayata dair şeyler karaladığım blogumu bir araya getirip bir web sitesi yaptım ve bu seyahat edip bolca müzik dinleyip fotoğraf çekip durmadan yazı yazdım ve ailemden istediğim 1 senenin sonuna geldiğimde ben artık bir blogger olmuştum.     


Hayata hazırlıksız yakalananlardan mısınız? Yoksa plancı mı? Her duruma hazırlıklı insanlar vardır hani. Yağmura karşı şemsiye, aniden masaya dökülen bi bardak çaya önlem olsun diye mutlaka çantasında selpak mendil çıkar onların. Siz onlardan mısınız?

-Bellı konularda plan yaparım. (mesela seyahat) ama planlarımın dısına cıkmak benı bozmaz. esneğim o konuda. çantamda mendil ya da şemsiyem olmaz. Bir şey olursa illa ki bir yol bulunur. ama bir festivale ya da seyahate gidiyorsam ihtiyacım olabilecek şeyleri alırım mutlaka. Böyle garantici de değilim tam tersi de değilim.

İnsan yeni bişey yaratırken aklında bi hayal olmalı. Net olmasa da tamamen flu da olsa…siz blogunuzu ilk açtığınız günlere dönünce aslında neyin hayalini kurmuştunuz? Şu an o hayalin neresindesiniz?

-Kesınlıkle bır şey yaratırken akılda bir hayal olması gerektiğine inanıyorum. çok doğru söylediniz orada. ama ben blogumu böyle açmadım. biraz zorunluluktan açtım. bir bursa başvurdum ve bursun koşullarından biri blog'du. ben de blog açtım. sonra olaylar gelişti. kafamda bir şey yoktu. sürpriz oldu hepsi.


Sizce insanlardaki seyahat tutkusunun temelinde ne yatıyor? “Gitmek” olgusunun sizdeki tarifi nedir? Aslında bambaşka bi “arayışın” hedef değiştirmiş hali olabilir mi?

-Herkesin seyahat isteğinin farklı motifleri olduğunu düşünüyorum bu yüzden çok farklı tarzda gezginler var. bazısı konfordan hoşlanır bazısı sadece keşfetmekten,. gitmek için giden de var sadece biraz uzaklaşmak için de. eşe dosta anlatmak için giden de var tek tutkusu bu olan da. Ben yeni şeyler gördüğümde kocaman dünyada daha önce ayak basmadığım yepyeni bir yere ayak bastığımda işte o an yaşadığımı hissediyorum. o zaman çok mutlu oluyorum. bambaşka yerlerde bambaşka hayatlar insanlar coğrafyalar var. keşfetmek heyecan verici. A noktasında doğduk diye hayatımızı a noktasında tamamlamamız gerekmiyor. Ama "Gitmek" ayrı bir konu. bunu seyahatle bir tutmamak lazım. ben çok yakında gidiyorum. Ve bu keşfetmekten çok fakrlı motifler barındırıyor. Arkada bırakmak, kendini denemek, kendini tanımak, sıfırdan başlamak gibi.

İlk uçağa bindiğiniz anı hatırlıyor musunuz? Kaç yaşındaydınız? Nereye gidiyordunuz? Neden?

-İlk uçağa binişimden emin değilim ama ilk kez yurt dışına gidişimi hatırlıyorum. 15 yaşındaydım. Hazırlıkta öğrendiğim Almanca'yı pekiştirmek için Viyana'ya gidiyordum.  


İstanbulla yaşadığınız ilişki;

a)      aşk nefret ilişkisi.
b)      Bi türlü kopamadığım belalı bir eski sevgili gibi.
c)      Alışkanlık…
d)     Vazgeçemem
e)      Hepsinden biraz.

-Aşk nefret ilişkisi kesinlikle var :) yani acayip sevip, biraz haline acıyıp genelde usanıyorum istanbul'dan. Alışkanlık yok. kopamama durumu da; ama ben eski sevgililerinden kopamayan bir insan da değilimdir zaten. Güzel hatırlarım eski sevgiliyi. istanbul'dan vazgeçebilirim, elbet özlerim, ama başka bir şehirle işler daha yolunda olabilir, yıllar sonra dönerim, döndüğümde aynı şekilde bulmayabilirim, ama dönemezsem de güzel hatırlarım gibime geliyor. Hem aşk hayatımı hem istanbul'la ilişkimi özetledim. 


Gezdiğiniz yerler arasında şu duyguların karşılığı olan şehirler desem?

-          İlk aşk : Las vegas

-          Sırdaş : Barselona

-          Kafam güzel olunca mutlaka aklıma düşer : Berlin

-          Suç ortağım : Benim suç ortağım hep istanbul oldu

 Peki elinize şu kıyafetleri verip, istediğiniz şehirlere giydirin deseler? 

-Harika bir soruymuş bu :)

 Uzun yırtmaçlı bi  etek en çok hangisine yakışırdı? Londra

 Minicik bi şort olsa hangisinin bacağına geçirirdiniz? Berlin

 Siyah tayt? Oslo

  Pullu payetli bi bustiyer hangisinde daha çok parlardı? Paris 


Elinizde bir kitap, tek başınızasınız... Kulağınızda kulaklık, mevsim ilkbahar olsun...İstanbuldasınız.

Ne okuyorsunuz? Zaman Yolcusunun Karısı
       Hangi şarkı çalıyor? Last Shadow Puppets - My Mistakes Were Made For You
       Hangi mekandasınız? Caddebostan Sahil
       Aklınızdan ne geçiyor? aşk bu

Son olarak, hayallerinizi yazdığınız deftere baktığınızda, en çok şunu yapmış olmaktan mutluyum ve henüz yapamadım ama en çok şunu yapmak için yanıp tutuşuyorum dedikleriniz neler?

-Bir seyahat blogum olması ve dünyayı geziyor olmak yapmış olmaktan en çok mutlu olduğum şey. Yapmak için yanıp tutuştuğum şeylerden birisi bir şekilde güney amerikaya gidebilmek, bir şekilde bir müddet yurt dışında çalışmak, yaşamaktı. Bunu da çok yakında gerçekleştiriyorum.





6 Ekim 2013 Pazar

Yonca Tokbaş ile...4 yapraklı mucizelerin izinde ...!

Yaklaşık iki yıl önce, Hürriyet gazetesi var elimde, Bahçelide, bi simitçide. Açtım köşesini...Yonca bugün ne demiş ki? diye.

Aynen şöyle yazıyordu o gün köşesinde "Hayatta ne dilerseniz dileyin, para dilemeyin. Harcaması kolay olur, saatine denk gelir. Yazık etmeyin...!"

Durdum.

Zaman durdu, mekan durdu...ben durdum.

Farkettim!

Bizi hayatın içinde koşturan şeyler kadar, durduran şeyler de mühim dedim.

Beyin fırtınası gibi düşünün. Bi masanın etrafında, her kafadan bi ses çıkarken, biri...ama en çok bağıranı değil de  en naif, en kendi gibi olanı, tutup çekiyor elinizden.
Teslim oluyorsunuz o an.
Kulak kesiliyorsunuz... İşte buu! Bunu dinlemeye değer diyorsunuz...

Ve şimdi size küçük bir sırrımı veriyorum. :)
Ben bu blogu yazıyorsam en çok da bu şahane kadının sayesinde.
Bana blog yazma fikrini veren işte bu kadın! Ve sanki kırk yıllık arkadaşımmış gibi "Tamam ben blog açıcam ama sen de bana röportaj vermezsen üstümü başımı yırtarım" dediğim kadın.
Cürrete bakar mısın? :)
Vallahi yaptım!
Ne var ki o cürreti de onda gördüğüm samimiyetten aldım.
Ertesi gün, çığlık çığlığa bi duyguyla, oturup bilgisayarın başına
"Kendimi çocuk doğurmuş gibi hissediyorum Yonca'm" diye yazdım.
"Sakın çocuğunu yarı yolda bırakma!" dedi.
Bu da iki etti.
Kulağıma küpe oldu...hiç çıkarmadım.
Ve şimdi, o küpelerin seslerini bi de burdan duyun istiyorum...
Şahane bir tınısı var.
Buyrun... :)

Sizinle yapılan bi söyleşide annenizi anlatırken kurduğunuz bi cümle vardı: Mucizelere inanır, onları çağırır...ve gelirler! Mucizelere bu kadar inanan bir kadının kızı olarak; gerçek hayatta bir mucizeyle ilk karşılaşmanız nasıldı?

-Hımm şimdi sürekli mucize şarpan bi insana bu soru zor. İlkini hatırlamıyorum ama bilinçli bir şekilde yahu bunlar resmen inanınca geliyorlar dediğim an; Hürriyet'de yazmaya başlamam.


Peki çok çalıştığımızda mı gelir, en beklemediğimiz anda mı, yoksa artık beklemeyi unuttuğumuzda mı?

-Hiçbiri. Yarım ağız inanmayacaksın. Ya da başkası demiş oluyormuş diye düşünerek de inanmayacaksın. Harbi inanır ve istediğin şeyi eveleyip gevelemeden, net istersen olurb Bi de olmayacak şeyi isteme bence. Ama püf noktası, şükretmek ve farkında olmak bence. Eğer sana gelen mucizelerin farkına varmayı ve onlara hemen canıgönülden inanmayı ve şükretmeyi bilirsen, geliyor. Küstürme mucizeleri. Bi de şu var. Hep isteme. Bazen sen de mucize ol birilerinin bişeylerine...

Geçen yıla kadar aynı zamanda bir iş kadınıydınız. Dubai'de bir petrol şirketinde yöneticilik yapıyordunuz. İstifa etmeye nasıl karar verdiniz?

- Çok zor geldi. Çok zor... Bunu bana yaptıran en büyük güç, şu hayatta zoraki bir şey yapmanın içimde yarattığı tahribata son vermek. İstediğim şeyleri yapmak için ayrıldım işten. Bir de her gün işe gitmemek için yalan kurgulamaktan yorgun düştüm. Yalanlara değil, hayallere dalmak istedim.

Peki genellikle bir şeyi yapmayı hiç istemeyip de bir şekilde mecbur hissettiğiniz anlarda ne yapıyorsunuz? O mecburiyet duygusundan kendinizi nasıl sıyırıyorsunuz?

- Sıyıramıyorum. Felaket! İdare etme durumundan bahsediyorsun. Eğer idare etmek zorunda kalırsam hiç iyi olmuyorum. Sivilce bile çıkıyor çenemde. Ama bu iki yüzlü ortamda idare etmek ve mecburen yapmak zorunda olduğun şey çok. Hep kalıplar zinciri vurmuşlar hepimize.

Ve yaklaşık beş yıldır koşuyorsunuz. İnsan neden koşar?

-Kaçmak istediği için.

Yonca Tokbaş neden koşuyor?

Sevdiği için. Kendine iyi gelen bir şeyi bulduğu ve kaybetmek istemediği için. Nefes almak için. Korkularından endişelerinden uzaklaşmak, yüzleşmek için. Zorlanmak için. Bazen de acı çekmeyi sevdiğim için. Doğayı ve bedenimi duymak için.

"MASUMİYET VE TECAVÜZ"

bir çoğumuz için gündem tamamen değişse de, gezi olayları bu toplumun açık yarası hala. Aynı zamanda da merhemi gibi. Sizin için tam olarak ne ifade ediyor? Gezi deyince içinize hangi duygular hücum ediyor?

-Masumiyet ve Tecavüz!

Gitmek ya da kalmak, yapmak ya da durmak, yatıp uyumak ya da kalkıp koşmak... Hayatın içinde iki seçenek arasında sıkışıp kaldığınızda nasıl karar veriyorsunuz?

-Zorlanıyorum ben çok. Neden sanki çok kolay karar veriyormuşum gibi algılanıyor bilmem ama; ben eşşekler gibi zorlanıyorum. Seçenekleri sevmiyorum. Bazen hepsi. Bazen 2'si 3'ü bir arada. Veya başkabi şey önereyim hali.

Bi gün facebookta eşinizle düğün fotoğrafınızı paylaşmış, altına da şaka gibi 15 yıldır beraberiz diye yazmıştınız. Birleştiren değil de daha çok ayrıştıran hatta koparan bi dönemde yaşadığımızı düşünürsek, hayata verdiğiniz bu fotoğraf hakikaten şaka gibi. Seçeneği bu kadar bol bi dünyada, tek şıkta bu kadar istikrarlı olmak,15 yıldır aynı insanın elini tutmak nasıl bir duygu desem?

15 yıldır evli, 20 yıldır beraberiz. Bunlar şıklarla alakalı değil. Evlilik sosyal bir icat. Doğada yok. Kader var. Oluruna bırakmak var. Biz hala beraberiz evet çok şükür. Şaka gibi de aynı zamanda. Sıkılsan duramazsın be! Bazen gurbette olduğumuz için korunduğumuzu düşünüyorum. İyi arkadaşlarımız var. Bir de çok destek ve anlayışlı bir aile. Yangına körükle gitmiyor kimse. Dahası sana bi şey diyeyim. İkimiz de çok seyahat ediyoruz. Birbirimize yük değiliz. Herkes kendi halinde ama beraberiz. Süper kavga edip gayet eğleniriz.Yoksa bence evlilik felaket bi şey. Duygularını kanıksatan bir hale gelmesi an meselesi.Ve de normal yani. O hale düşen herkesi anlarım. Ne diyim bilemedim...

Dubai'de yaşıyorsunuz. Peki İstanbul'a ilk adım attığınızda koşa koşa gitmek istediğiniz ilk yer neresi oluyor?

-Off rakı içmeye bi yere...Koşmaya...sahile veya ormana.

Şu an seçme şansınız olsa, yarın sabah nerede uyanmak isterdiniz? Sonraki ilk iki saaç içinde neler yapmış olurdunuz ve yanınızda kim olmalı?

-Likya yolu. Likya yolu. Likya yolu. Gelidonya Feneri'nin oralar...Bakmak. Nefes almak. Kendimi koyuvermek. Durmak.
Ay orada yalnız olmak isterim!

En sevdiğiniz çizgi film kahramanı kim? Neden?

-Peter Pan çünkü hep çocuk.
-Aslan Kral. Çünkü ormanda.

Kafam güzel olunca mutlaka ararım dediğiniz biri var mı? Kim?

Var tabi. Gülüm. Hiç şaşmaz. Konuşamadıysak, yazışırız.

Hala yapamadım; ama yapmak için yanıp tutuşuyorum dediğiniz o şey?

-Yapmaya başladım. Dünyayı koşmak.

Kısa Kısa...

Beni hallerden hallere sürüklüyor dediğiniz o şarkı?

Çok...!

Baykuş?

-Bilgelik.

Zeytin?

-Uzun ömür.

Kırmızı ruj?

-Cesaret!

Ve son soru: Bir yaz akşamı...keyifli bir rakı sofrasındasınız. Sevdiğiniz tüm dostlarınız bir arada. Çok mutlusunuz...

a) Günlerden hangisi? - Her gün.
b) Ne giydiniz? -Hiç bir fikrim yok.
c) Rakı kadehinize eşlik eden en güzel meze? - Kabak çiçeği dolması.
d) Hangi şarkı çalıyor? - Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın...!
e) Kadehinizi neyin şerefine kaldırıyorsunuz? - Bütün sevap ve günahlarıma...