Ellerim titreyerek bastım o tuşlara. O kadar istiyordum ki!...Kelimeler kifayetsiz. "Ya küt diye kestirip atarsa, kibarca "çok isterdim ama çok yoğunum" diyip başından savarsa, ya öyle olursa, ya böyle olursa? Bitmedi sorularım. Sonunda dedim ki kendime "öğrenmenin tek bir yolu var arkadaşım!" Arayacaksın! Üç buçuk ata ata da olsa arayacaksın! Aramadan bilemezsin. Aradım.
Yağmur pıt pıt ediyordu tepemde. Şemsiye yoktu elimde. Zeytinburnu'nun oralarda bir yerde, görev mahallindeydim. Dedim ki "Çok önemli bir telefon görüşmesi yapacağım, beni biraz bekler misiniz?" "Tabi" dediler.
Gördüğüm ilk boşluğa doğru yürüdüm, kalbim güm güm...ve bastım o tuşlara. Nasıl yaptım bilmiyorum ama; yaptım.
Ne tuhaf. Hayatın boyunca sesini sadece televizyonlarda ya da sahnede hep belli bir mesafeden işittiğin bir insanın sesine dokunmak...Sese dokunulur mu? Bilmem. Ben dokundum o an. Onu biliyorum...
Kekeleye kekeleye kendimi ifade etmeye çalıştım.
Ve benim cümlelerimin bittiği yerde onunki geldi.
Kısacık.
Tek kelime.
"Hayhay!" dedi.
Dedim ya, yağmur yağıyordu...
Zemin kaydı altımdan. Kaya kaya indim o yokuştan düzlüğe.
Öyle bir mutluluk.
Tarifi yok.
Dahasını söyleyim sana. Yeni bir operasyon geçirmişti bacağından. Sahnede sakatlanmıştı çünkü. Zaten değilse muhtemelen İstanbul'da olduğu bir zamanı çok zor tutturacaktım. 15 gün süreyle evden çıkma yasağı vardı. O şartlarda kırmadı beni.
O gün, o saat geldiğinde tekrar aradım.
Ama ne aramak. Gene bin bir felaket senaryosu çiziyorum kafamda. Ya unuttuysa, ya o telefon açılmazsa.
Komiğim evet; biliyorum.
İnsan bir şeyi çok istediğinde bu hale geliyor ama; yapacak bir şey yok.
Ve açtı.
Dedi ki "Denize doğru in. Meydana gelince sola dön. Birkaç bina sonra, şu apartman, şu numara. Şaşırmazsan üç dakika içinde burada olabilmen lazım."
Şaşırmadım. İnsan bir şeyi çok gönülden isteyince adımları doğru yola kendiliğinden dönüyor sanki.
87 yaşında Haldun Dormen.
Bir Çınar ağacı gibi.
Öyle güçlü, mağrur ve dimdik ki. İnanamadım. İnanamıyorsunuz o güce.
Ve o ev. Anlatılmaz yaşanır...
Allahım müze gibi. Daha kapıdan girer girmez gözleriniz fal taşı gibi açılıyor.
O fotoğraflar, o masklar, kitaplar, yıllar içinde aldığı ödüller...
Koca bir tarih yatıyor o evde...
Utanmasam çocuk gibi bütün evi fotoğraflayabilirdim ki ona da "hay hay" derdi eminim.
O kadar çocuklaşmadım tabi , tuttum kendimi.
Koltuğunun hemen yanı başında da el yazısıyla yazdığı notlar duruyor. Teknolojiyle ilişkisi neredeyse sıfır. Oyunlarını bırakın, kitaplarını bile hala eliyle yazıyor.
Bir kez daha anladım ki; hayatta ne yaparsan yap "en iyisini yapmak için" olacak bütün çaban. Olmalı! o zaman işte "götü boklu bir kiz" da (ki o ben oluyorum) başka kocaman kocaman adamlar da heyecandan karşında titreyecek. Sonsuz bir saygı ve sevgiyle önünde eğilecek!
Büyüklüğünün ve zerafetinin önünde saygıyla eğiliyorum Haldun Dormen!...
Yağmur pıt pıt ediyordu tepemde. Şemsiye yoktu elimde. Zeytinburnu'nun oralarda bir yerde, görev mahallindeydim. Dedim ki "Çok önemli bir telefon görüşmesi yapacağım, beni biraz bekler misiniz?" "Tabi" dediler.
Gördüğüm ilk boşluğa doğru yürüdüm, kalbim güm güm...ve bastım o tuşlara. Nasıl yaptım bilmiyorum ama; yaptım.
Ne tuhaf. Hayatın boyunca sesini sadece televizyonlarda ya da sahnede hep belli bir mesafeden işittiğin bir insanın sesine dokunmak...Sese dokunulur mu? Bilmem. Ben dokundum o an. Onu biliyorum...
Kekeleye kekeleye kendimi ifade etmeye çalıştım.
Ve benim cümlelerimin bittiği yerde onunki geldi.
Kısacık.
Tek kelime.
"Hayhay!" dedi.
Dedim ya, yağmur yağıyordu...
Zemin kaydı altımdan. Kaya kaya indim o yokuştan düzlüğe.
Öyle bir mutluluk.
Tarifi yok.
Dahasını söyleyim sana. Yeni bir operasyon geçirmişti bacağından. Sahnede sakatlanmıştı çünkü. Zaten değilse muhtemelen İstanbul'da olduğu bir zamanı çok zor tutturacaktım. 15 gün süreyle evden çıkma yasağı vardı. O şartlarda kırmadı beni.
O gün, o saat geldiğinde tekrar aradım.
Ama ne aramak. Gene bin bir felaket senaryosu çiziyorum kafamda. Ya unuttuysa, ya o telefon açılmazsa.
Komiğim evet; biliyorum.
İnsan bir şeyi çok istediğinde bu hale geliyor ama; yapacak bir şey yok.
Ve açtı.
Dedi ki "Denize doğru in. Meydana gelince sola dön. Birkaç bina sonra, şu apartman, şu numara. Şaşırmazsan üç dakika içinde burada olabilmen lazım."
Şaşırmadım. İnsan bir şeyi çok gönülden isteyince adımları doğru yola kendiliğinden dönüyor sanki.
87 yaşında Haldun Dormen.
Bir Çınar ağacı gibi.
Öyle güçlü, mağrur ve dimdik ki. İnanamadım. İnanamıyorsunuz o güce.
Ve o ev. Anlatılmaz yaşanır...
Allahım müze gibi. Daha kapıdan girer girmez gözleriniz fal taşı gibi açılıyor.
O fotoğraflar, o masklar, kitaplar, yıllar içinde aldığı ödüller...
Koca bir tarih yatıyor o evde...
Utanmasam çocuk gibi bütün evi fotoğraflayabilirdim ki ona da "hay hay" derdi eminim.
O kadar çocuklaşmadım tabi , tuttum kendimi.
Koltuğunun hemen yanı başında da el yazısıyla yazdığı notlar duruyor. Teknolojiyle ilişkisi neredeyse sıfır. Oyunlarını bırakın, kitaplarını bile hala eliyle yazıyor.
Bir kez daha anladım ki; hayatta ne yaparsan yap "en iyisini yapmak için" olacak bütün çaban. Olmalı! o zaman işte "götü boklu bir kiz" da (ki o ben oluyorum) başka kocaman kocaman adamlar da heyecandan karşında titreyecek. Sonsuz bir saygı ve sevgiyle önünde eğilecek!
Büyüklüğünün ve zerafetinin önünde saygıyla eğiliyorum Haldun Dormen!...
Yıl 1954. Cinayet var oyunuyla ilk kez Türkiye’de seyirci karşısına çıkacaksınız…Önceki gecesinde uykuya yatarken içinizden geçirdiklerinizle o gece uykuya teslim olurkenki hislerinizi merak ediyorum. Arada nasıl bir fark vardı?
-Hiç hatırlamıyorum, inanır mısınız! Enteresan ama sahiden çok ayrıntı yok hafızamda. Çünkü ailem, arkadaşlarım buradaki yakın dostlarım beni ilk defa göreceklerdi Türkiye’de fakat; öncesinde Amerika’da defalarca sahneye çıkmıştım. Babam beni orda, sahnede izlemişti; ama O’nun dışında, annem, arkadaşlarım ilk defa izleyeceklerdi. Heralde heyecanlıydım diye düşünüyorum… Özellikle bir gece öncesinde. O gün oyundan sonra da sevinçliydim diyebilirim. Bi kulübe gittik sonra. Eğlendik, kutladık tabi.
(Gülüyor…)
İçtik…
Çok otoriter bir Büyükbaba figürüyle karşılaştım sizi araştırırken. Ama babanız Tiyatro okumanızı çok desteklemiş mesela. Bir de annenizden çok bahsetmemişsiniz sanki…nasıl bir aileydi sizinki, biraz onlardan bahseder misiniz?
-Kitaplarımda çok anlattım annemi aslında. Belki röportajlarda çok geçmemiştir. Pek sorulmamıştır muhtemelen. Annem biraz İngiliz tarzı bir kadındı ve çok destekledi beni. Çok severek sevinerek gelirdi oyunlarıma. Ahbaplarını da alır getirirdi. Babam da destekledi ama; aslında babam uygar bir adam olduğu için ve kendini desteklemek zorunda hissettiği için destekledi. Allahtan destekledi diyorum; çünkü ben bunu her halukarda yapacaktım. Ama onların desteği , arkamda durmaları her şeyi çok daha kolaylaştırdı tabi benim için. Çünkü 1950’li yıllardan bahsediyoruz ve o yıllarda bir iş adamı için bu çok zordu. Gönlü yoktu açıkçası. Mesela Genco (Genco Erkal) nun babası hiç mi hiç istemedi. Hatta o dönemde babamı arayıp şöyle söylemiş: “Tiyatrocu olacağım diyor bu! Ne yapacağım!?” Babam da demiş ki “ Valla ben ne yaptıysam sen de onu yapacaksın, başka bir seçeneğin yok!” Bu yanıyla bakınca yoktu hakikaten başka seçenekleri. Biz bu yola baş koymuştuk neticede ve mutlaka devam etmenin bir yolunu bulacaktık.
Anneme dönecek olursak, başta o da istemedi tabi. Şöyle istemedi, o dönem için onun da biraz tuhafına gitti. “Tiyatorcu oluyormuşsun” filan gibi küçük zerzenişlerde bulundu ama; sonra çabuk alıştı ve normal hayatın bir parçası olarak kabul etti bu durumu. Annemi çok severdim. Olağanüstü bir kadındı. Çok yakındık ve çok güzel bir ilişkimiz vardı. Bütün tiyatrocu arkadaşlarıma açıktı evi. Her cumartesi düzenli olarak yemek daveti verirdi mutlaka bizim için. Açık büfe gibi. Tüm arkadaşlarım gelirdi ve kendi evleri gibi rahat ettirmeye çalışırdı onları.
Robert Koleji, ardından Yale Üniversitesi. Amerika' da sahneye çıkıyorsunuz, dönünce burada Muhsin Ertuğrul’la tiyatroya başlıyorsunuz…İnsanın ağzını açık bırakacak kadar müthiş bir kültürel zenginlik görüyoruz size bakınca. Peki bütün bunların toplamında tam da olmak istediğiniz yerde misiniz şu an?
-Galiba Evet! Evet diyorum çünkü; her ne kadar bugün ki Türkiye’de çok karamsar bir tablo var gibi gözükse de; bir kere ben çok sağlam bir Atatürkçüyüm ve hayatım boyunca böyle yaşadım. Bir Atatürkçü olarak da istediğim her şeyi elde ettim gibi geliyor bana.
Peki bütün bunları yaşadım ama; halen müthiş bir duygusal ya da zihinsel açlık besliyorum diyecek kadar aşkla peşinden gittiğiniz şeyler var mı ? Yoksa artık gelişi güzel mi atıyorsunuz adımlarınızı? Yol aldıkça insanın tutkularında bir eksilme oluyor mu? Bunu çok merak ediyorum mesela…
-Yook! Kesinlikle gelişi güzel atmıyorum adımlarımı. Hala deli gibi çalışıyorum. Daha yeni İzmir’den geldim. Bir başkası olsa belki geçen Pazar sahneye çıkmazdı. Bir de üstelik şehir turnesi vardı, ayağım sakatlanmıştı; ama buna rağmen “ben bu durumda oynayamam” demedim. Şimdi artık doktor yasakladı. 15 gün sokağa çıkma yasağım var.
Gülüyor…
Bu yüzden önümüzdeki turneleri iptal ettik ama; bacağım düzelir düzelmez kaldığımız yerden aynen devam. Tanrı izin verdiği sürece de bunu hep böyle yapmaya gayret göstereceğim. Daha yeni Lüküs Hayat teklif edildi yeniden mesela ; onu kabul etmedim. Çünkü dördüncüyü yaptım artık ve sırf yapmış olmak için, beşinciyi yapmak istemedim. Çok manalı olmayacaktı. Gibi…Dolayısıyla koşullar ne olursa olsun “gelişi güzel” adım atmamaya en azından sonsuz çaba sarfediyorum!! Öyle söyleyeyim.
“Olmak ya da olmak ” diyorsunuz. “İnsan bir şeyi gerçekten çok istiyorsa , bütün köprüleri yıkacak ve onun peşinden gidecek, olmaz diye bir şey olmaz!” diyorsunuz. İnsanı müthiş motive eden bir anlayış. Bu kadar net mi bu gerçekten ve bu her şey için geçerli mi?
-Olmak ya da olmak! Kitabımın adı aynı zamanda biliyorsunuz. Kesinlikle öyle çünkü; bir şeyin olmasını istiyorsanız, çok afedersiniz eşşek gibi çalışacaksınız ve olacak. Olduracaksınız! En azından benim felsefem bu. Ben hep buna inandım ve bu mottoyla da her zaman varmak istediğim yere ulaştım diye düşünüyorum. Olmadığı, olduramadığınız zamanlar olabilir belki de; o zaman da neyi tam yapmadım, neyi eksik yaptım diye soracaksınız kendinize. Çünkü muhakkak ki bir şeyleri doğru yapmadınız. O yüzden olduramadınız. Çok büyük bir çabayla, emekle, azimle bir şeyin üstesinden gelinemediğini en azından ben görmedim daha.
Eski röportajlarınızı okurken Gezi’ye de gittiğinizi öğrendim ve kişisel olarak çok mutlu etti beni. Hayranlığım bi kat daha arttı size. Sizi oraya götüren duyguyu anlatır mısınız biraz? Hiç korku endişe hissetmediniz mi ? Bir de orayı gördükten sonra ordan size geçen en belirgin his neydi?
Demin de söyledim bunu. Ben koyu bir Atatürkçüyüm. Koyu tanımlaması ne kadar doğru bilmiyorum ama evet benim gerçeğim bu. Bazı arkadaşlarım var mesela; bazen atışırız. “Bu kadar böyle inanma” filan gibi çıkışırlar bana. Eleştirilirim sıkça. Ben kendi ailemde de böyle gördüm; kendim araştırdım, okudum, öğrendim ve böyle inanıyorum. Bazı şeyler var ki çıldırtıyor beni. Biraz önce asistanıma da onu söylüyordum. Şimdi dördüncü kitabımı yazıyorum: “Nerde kalmıştık!?” Ama o kadar sert yazmışım ki; heralde yayınlamazlar diye düşünüyorum.
-Hangi yayınevinden çıkıyor?
-Yapı Kredi basıyor benim kitaplarımı. Ben onların sanat danışmanıyım aynı zamanda; ha ama şunu söylüyorum hep Erdoğan için de “ keşke biraz sağduyulu davranabilseydi ve söylemesi gereken o tek cümleyi söyleseydi. Hiçbir kaybı olmayacağı gibi hepimizin sempatisini kazanacaktı bu sayede.
Hepimiz ağzından çıkacak o tek cümleyi bekledik. Maalesef demedi onu evet.
Demediği için de hepimizi çapulcu olmaktan iftihar eder hale getirdi. Ben iftihar ettim açıkçası.
Tam da yeri gelmişken, şöyle sormak istiyorum o zaman. Shakespeare, Hamlet’de “Çürümüş bir şey var Danimarka Krallığında” diyor ve bunu “Çığrından çıkmış bir zaman” olarak betimliyor. O oyundaki Danimarka krallığının Shakespeare'de yarattığı hissiyatla, Sizin günümüz Türkiye’si için hissettiğiniz duygular arasında bir benzerlik var mı? Biz nereye doğru gidiyoruz sizce?
Gülüyor…
Koşullar her ne olursa olsun ben hep umutla bakıyorum geleceğe. Karamsarlığın kuyruğunu takılırsak hepimizi çeker o çukura. İyiye gideceğiz diyorum ben ve inşallah iyiye gideceğiz gerçekten! Deniz Seki’ye bir mektup yazdım dün mesela ve tam da bunu söyledim. “Umudunu asla yitirme, asla küsme, eline kalemini al ve sürekli yaz!” dedim.
Her şeyin anahtarı bu bence. Teselli vermek için değil, gerçekten inandığım için söylüyorum bunu.
Ne kadar ağır bir diyet ödetiliyor di mi?
Yalnız o konuda da şöyle enteresan bir durum var. Ben Deniz’i pop star’dan tanıyorum. Ondan evvel tanımıyordum açıkçası. Ben de o dönem o programı sunuyorum. Çok garip bir çıkışla Deniz o zaman 4. progrmda programı terk etti birden.
Evet; Bayhan için!
Bayhan için. Hepimiz şaşırdık kaldık öyle.
Ben de halen, ne zaman kafama esip sosyal medyada bununla ilgili duygularımı yazsam insanların direk aklına o olay çağrışım yapıyor ve hemen bu hatırlatılıyor.
-Herkesin aklı gidiyor oraya değil mi! İşin o tarafı da çok enteresan bir tecelli oldu gerçekten. O kısmı öyle ama; biz hepimiz biliyoruz ki Deniz’e bu yapılan çok başka bir linç etme çabası. Herkes neyin ne olduğunun farkında. Ne var ki gene söylüyorum, geçecek…düzelecek hepsi.
Kitabınız Antrak’ta anlattığınız, New York'a ilk gidiş hikayenizden çok etkilendim. Önce 36 saat sürmesine şaşırdım. Ardından uçağı tarif ediyorsunuz. Dört motorluydu, gözümüze çok büyük görünürdü o zaman diyorsunuz. Londra, Dubin ve iki yerde daha yakıt ikmali molası veriyor. Ardından Palas Pandıras Empire oteline yerleşişiniz…Resmen fantastik geldi bana. O anın o günün duygusunu anlatır mısınız biraz da?
- Evet değil mi? Şimdi yaşadığımız zamandan bakınca size öyle gözüküyor tabi. Dört saat mola veriyordu o molayla birlikte evet; tam 36 saat uçuyorduk. O gün tabi müthiş bir heyecan vardı içimde. Bir yanıyla da rüya gibiydi… Mutluydum çok. Endişelerim korkularım vardı ama; bi kere ben uçaktan çok korkuyordum. Hatta babam çıkıştı bana. “Hem oyuncu olacağım diyorsun hem uçaktan korkuyorsun, bu nasıl şey!” diye. “ Bineceksin o uçağa ve sonrasında ne yapman gerekiyorsa onu yapacaksın!” dedi. Şöyle bir kolaylığım vardı ama. Babamın iş yaptığı adamlar vardı orda ve onlar karşıladı beni. Otele de onlar yerleştirdi. Sonrasında da her şeyimle çok ilgilendiler sağ olsunlar. Çok yardımcı oldular. Onlar sayesinde çok zorluk yaşamadım açıkçası. Hiçbir şekilde kimseyi tanımıyor olsaydım onun psikilojisi muhakkak ki çok farklı olurdu.
"Yaptığım pek çok işte çok para kaybettim ama şimdi bakıyorum ve “ aslında hiçbir şey kaybetmemişim, aksine hep kazanmışım…hep kazanmışım!! “ diyorum. "
Aynı kitapta bir de şöyle bir şey söylüyorsunuz. “ Başarılarım, fiyaskolarım, sevinçlerim, hayal kırıklıklarım ve de türlü sıkıntılarla, dolu dolu geçmişti son yirmi yılım. “
Bunların karşığına tek bir şey koymanızı istesem…
En büyük başarınız?
Bunun cevabını şimdi daha iyi anlıyorum tabi. Herkesin saygısını kazanmak! Yaptığım pek çok işte çok para kaybettim ama şimdi bakıyorum ve “ aslında hiçbir şey kaybetmemişim, aksine hep kazanmışım…hep kazanmışım!! “ diyorum. Evet; en büyük başarım bu(ymuş)! Yurt dışında da çok sahneye çıktım ama; özellikle kendi ülkemde Edirne’den Ardıhan’a her yere gittim. Gittiğim yerlerde görüyorum ki her kesimden insanı bir şekilde bi yerinden yakalayabilmişim. Yakalayabilmişim ki; bu saygıyı bu itibarı görüyorum. En güzel yanı da şu ki ben bunun için hiç özel bir çaba sarfetmedim. Ben sadece işimi tutkuyla ve hep bitmeyen bir azimle, düzgün ve doğru yapmaya çalıştım. İçlerinde benim dünya görüşüme taban tabana zıt insanlar da var ve onlar bile bana bu denli bir saygıyı gösterdiklerinde diyorum ki evet; kesinlikle hayattaki en büyük başarım budur!
Sanatın böyle bir birleştirici tarafı var değil mi?
Kesinlikle ve iyi ki! Ben bunu milyarlarla satın alamazdım. O saygı ve sevgiyi gerçekten hissediyorum…Bundan büyük mutluluk yok.
En Büyük fiyaskonuz?
Burada gülerek dönüyor ve asistanına soruyor:
-Caner benim en büyük fiyaskom nedir? Hadi bunu sen söyle.
Caner: Pasifik şarkısı.
Değil mi? Bak nasıl bildi. Şimdi şöyle anlatayım. Ben Sokak Kızı İrma’yı yaptığımda öyle bir kıyamet koptu öyle büyük bir ilgi gördü ki. 2500 kişilik Atlas sinemasını her gece tıklım tıklım doldurdu. Ve çok zor şartlarda sahneye koydum ben Sokak kızı İrma’yı. Kareograf yoktu buldum. O yoktu buldum. Bu yoktu buldum. O şartlarda hazırlanıp öyle bir başarı yakalayınca açıkçası ben şımardım. Dedim ki kendime “O zaman ben her şeşi yaparım!” Öyle olmuyormuş işte. İnsan yaşadığı sürece her dakika bir şey öğreniyor. O da benim için müthiş bir deneyimdi. Ardından Salt Pasifiği koydum sahneye. Ama bu kez öyle olmadı işte. Hadi, bir daha onu çektik sahneden yeniden Sokak Kızı İrma’ya döndük. İşte o zaman anladım ki öyle her şeyi kafana göre yapamazsın. Ne yaparsan yap doğrusunu yapmak zorundasın. Ha ama pişman mıyım diye sor şimdi bana. Asla hayır. Çünkü orda onu deneyimlemem gerekiyordu demek ki benim. Ben böyle bakıyorum her şeye.
Onu okudum bir yerlerde evet; sahiden hiç pişmanlık hissi yaşamıyor musunuz? O duygunun üstüne nasıl çıkıyorsunuz?
-Çıkıyorum. Hepimiz de çıkmak zorundayız. Hatta Göksel’in (Göksel Kortay) benim için çok sık kullandığı bir söz vardı. “Kapıyı kapatır, bir daha ardına bakmaz!” der. Hakikaten de hep öyle yaşadım. Kafamı hemen başka tarafa çeviririm. Herkese de naçizane bunu tavsiye ediyorum. Olmuş bitmiş ve artık geriye dönderemeyeceğiniz şeylerle asla vakit kaybetmeyin. Hep ileri bakın!
En büyük hayal kırıklığınız peki ?
Hayal kırıklığı…çok hayal kırıklığım da yok açıkçası. Orda onu öyle yazmışım ama kastım demin konuştuğumuz türden olaylardır en nihayetinde. Tiyatrom kapandı mesela evet; ama kapanması gerektiği için kapandı. Hep onu söylüyorum. Kapanmasaydı dejenere olacaktı çünkü. Efsane diyorlar. Niye söylüyorlar bunu. Çok güzel bi yerinde bittiği için, dejenere olmadan kapandığı için efsane oldu Dormen tiyatrosu.
O zaman biraz da eğlenceli konulardan bahsetsek ve bugün en iyi dostlarınızdan biri, eski eşiniz, Betül Mardin’e ilk kez aşık olduğunuzu anladığınız o günlere gitsek…En çok neyi cezbetmişti sizi?
- Açık fikirli oluşu. Çok aydınlık ve medeni bir insandır Betül. Eşine çok nadir rastlanacak insanlardan biridir.
Sizi araştırırken onunla yapılan röportajları da okudum açıkçası. O sizi ilk gördüğü anı çok güzel anlatmış. Sahnede görmüş sizi ilk ve o dönem için bana inatılmaz batılı çok farklı görünmüştü diyor. Sizin onda çok beğendiğiniz bir fiziksel özellik sorsam?
-Şöyle söyleyeyim. Betül çok güzel bir kadın. Bu başka bir şey. Ama Betül’ün kişiliğinden o kadar etkilendim ki, geri kalan her şey teferruat olmuştu. Çok güçlü çok etkili bir hitap gücü vardır örneğin. Müthiş etkileyici bir konuşması vardır. Bir mekana girerdiniz mesela. Betül orda mı? Etrafta onlarca çok güzel kadın olsun, erkeklerin hepsi Betül’ün etrafında olurdu. Halen daha bu böyledir. O konuşmaya başladığı zaman herkes susar ve onu dinler. Hani ille belirgin bir şey söyleyceksem beni de tanıştığımızda en çok bu tarafı cezbetmişti.
Bir röportajınızda aşkı “asla vazgeçememek” olarak açıklamışsınız. Peki ayrıldığınızda başka bir deyişle vazgeçtiğinizde, aranızdaki aşk da tamamen bitmiş miydi? Ya da aslında halen devam eden dostluğunuz, o vazgeçemememin bir başka hali mi?
-Asla vazgeçememek diye bir şey yok. Nice aşklar bitiyor istemeye istemeye. Orda kastımı belki ben tam izah edemedim belki tam doğru aktarılmamış olabilir. Ha ama; dostluğumuzun devam etme kısmına gelince söylediğiniz o şey belki kısmen doğrudur. Ama en çok da akıllı davranabilmemizin bir sonucu olarak görüyorum ben onu. Bu sayede oğlumuz Ömer çok düzgün bir adam olarak yetişti. Gurur duyuyorum Ömer’le. Aksi olsa bu durum ona da yansıyacaktı. Bir de şu da çok etkili oldu diye düşünüyorum. İkimiz de bir daha evlenmedik hiç. Belki birimiz evlensek gene koruyabilirdik büyük ölçüde ama bu denli yakın bir dostluk olmayabilirdi aramızda. Bir çok faktör var anlayacağınız. Tek bir şeye bağlamak doğru olmaz.
Gelininiz Ayşe Arman bir söyleşide kendi babasından bahsederken “Tabi şunu kabul ediyorum ki özellikle o yıllar ve babam gibi bir adam için, benim gibi bir kız çocuğunu taşımak biraz zordu” demişti. Ben kendisini acayip seviyorum ve onu çok “özgün” buluyorum ama; benzer bi bakışla siz de zaman zaman kendi babası için söylediği türden bir zorluk hissetmiş olabilir misiniz?
Gülüyor…
-Yok onu hissetmedim ama; bazeennn…öyle ilişkiler yazıyor ki bence onları yazmasa daha iyi. Hani fazla içe gidiyor bazen. Öyle zamanlarda kendi kendime diyorum açıkçası “Hani ben Ömer’in yerinde olsam müdehale edebilirdim belki “ gibi. Sadece bir okur olarak soracak olursan da yazdığı o cesur yazılarından dolayı çok hayranım ben de. Çok cesur ve sakınımsız yazıyor Ayşe! Buna hayran olmamak mümkün değil zaten.
Peki torunlarınızla ilişkiniz nasıl? Onlar sizi çok izlemiştir ama siz onlarla birlikte sinemaya tiyatroya gider misiniz mesela? Vakit kalıyor mu bunlara?
-Maalesef çok vakit kalmıyor. Alya beni hiç izlemedi galiba. Yasemin çok izledi; tabi Alya daha çok küçük. Birkaç defa olacak gibi oldu, olamadı. Ama Yasemin’le yetişkin olduğu için tabi tamamen ahbap dost ilişkisi var aramızda.
-Erkek arkadaşlarından bahseder mi size mesela?
-Elbette. Tanıştırdı, onunla da ahbap olduk şimdi. Eskişehir’de ailesiyle de tanıştım. Bir akşam yemek yedik hep birlikte. Hepsi şahane insanlar. Bunlar çok mutlu eden şeyler tabi insanı.
“Kelebekler Özgürdür” oyunu için Çiğdem Talu bir şarkı yazıyor ve malesef yazdığı son sözler oluyor. Oyunu izleyemeden hayata veda ediyor. Gene kitabınızda okudum.
Diyor ki "Yaşa dostum gönlünce, ömrünün keyfini sür. İnsanlar değilse de, kelebekler özgürdür!" Burdan aldığım ilhamla sormak istiyorum.
Sizce gerçekten ömrünüzün keyfini hakkını vererek sürebildiniz mi?
Galiba evet. Ne kadar verdim bilemiyorum ama; galiba verdim diyorum. Ben istediğim hayatı yaşadım çünkü. Yani aşağı yukarı diyeyim.
-Aynen o kelebekler kadar özgür hissedebildiniz mi hiç kendinizi?
-Bak buna tamamen evet demek maalesef mümkün değil. Çünkü hesap vermek zorunda olduğunuz insanlar var, aileniz var. Ulusunuz var ve Ulusunuza karşı sorumluluklarınız var. Bu anlamda ben değil, hiç kimse için tamamiyle mümkün bir şey değil. Şunu söyleyebilirim ancak; şartlar ne olursa olsun ben hep kendi isteklerimin peşinden koştum ve azami ölçüde de hep kendi istediğim şeyleri yapmaya çalıştım. Mümkün olduğunca mecburiyetleri hayatımdan uzak tutmaya çalıştım. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldum diyebilirim sanırım.
KISA KISA
"Betül’ün doğum günü 1 Aralık. Kara kara ona ne alacağımı düşünüyorum şimdi."
Her gün mutlaka telefonla konuştuğunuz biri var mı?
-Kardeşim Güler. Annem vardı, şimdi kardeşim. O benim her oyunuma gelir bir de mesela. Erzurum’daysam Erzurum, Edirne’deysem Edirne. Hiç fark etmez. Her oyunumda o vardır.
Sadece keyif amaçlı çıktığınız son seyahati nereye yapmıştınız? Yanınızda kimler vardı?
-Yılbaşında Sicilya’ya gittik. Bir grubumuz var. İçinde Göksel Kortay’ın Ali Sunal, Gül Sunal ve tabi Güler'in de dahil olduğunu 12 kişilik bir grubumuz var. Mustafa Alabora ve hanım arkadaşıyla Prag'a gittik sonrasında. Her yıl mutlaka birlikte bir seyahate çıkmaya gayret gösteriyoruz. Bu yıl da Hamburg’a seyahat etmeyi düşünüyoruz aynı grupla.
Hangi parfümü kullanıyorsunuz?
-Çok enteresandır, günlük hayatta bunu bana herkes soruyor. Güzel demek ki. Hoşuma gidiyor. Çünkü bu parfüm bana özel yapılıyor. Yıllardır aynı parfümü kullanıyorum. Özel talebim de değildi. Sağ olsunlar bir gün yaptılar getirdiler. O gün bugündür hiç değişmedi.
Kendinize yeni yıl hediyesi almak gibi ritüelleriniz var mı, varsa bu yıl ne alacaksınız?
-Yok. Ben hediye almayı da vermeyi de çok severim ama; yılbaşı için böyle özel bir ritüelim yok. Ama mesela Betül’ün doğum günü 1 Aralık. Kara kara ona ne alacağımı düşünüyorum şimdi.
Son olarak hayatın geneliyle ilgili öğrencilerinize hep söylediğiniz bir şeyi bizimle de paylaşır mısınız?
-Olmak ya da olmak! Umudunuzu kaybetmeyin... Umut en önemli şeydir.
dipnot: Fotoğraflarda kendimi bir türlü beğenmeyip, suratım bir tuhaf çıkıyor diye çocuk gibi mızmızlandığımda "Işık ters çünkü bir dakika ben kapatayım onu" diyerek yaptığı jesti de hiç unutmayacağım! Bir kez daha sonsuz teşekkürler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder